X - Fahrenheit 451

Genre : Drama, Sci-Fi, Thriller
Director : François Truffaut
Year : 1966

Geçen yıl hayata gözlerini yuman Ray Bradbury'nin romanından beyaz perdeye uyarlanan Fahrenheit 451 alışıldık Truffaut filmlerine pek benzemese de mutlaka görülmesi gereken bir film.


İngilizce bilmeyen Truffaut'nun İngilizce konuşulan bir filmi yönetmesi zamanında onu çok zorlamış. Ve tabii küçük bütçeli filmlerden büyük bir projeye transferi de öyle. Siyah-beyaz görmeye alıştığımız Truffaut filmlerinin bu filmle beraber renklendirilmesi ise bir hayli ironik. Filmi izledikten sonra neden böyle düşündüğümü siz de anlayacaksınız. Totaliter bir rejimin kitaplarla olan savaşının anlatıldığı bu bu anti-ütopik filmde, bir ''fireman''in yaşadıklarına tanık oluyoruz.

Yazıldığı ve çekildiği yıllarda henüz kullanılmayan teknolojik şeylerin günümüzde kullanılması garip bir his. Örneğin; bırakın plazmayı veya LCD'leri duvara monte edilen bir LED'i bundan 50 yıl önce düşünmek oldukça isabetli bir futuristic yaklaşım olmuş.

Bu filmin en önemli parçalarından biri olan Jules et Jim'den tanıdığımız başrol Oscar Warner'ın canlandırdığı Montag karakterinin yaşadığı büyük değişim, bir başka deyişle ''yeniden doğuş'' filmi bambaşka noktalara getiriyor. Arkadan çekilen fotolar, aynı saç şekilleri, her köşe başında bir ihbar kutusu ve hayatımızı yönlendiren TV'ler gibi detayların yer aldığı filmde elbette ana düşünce farklılaşmakmamak, ''Herkesin mutlu kalmasının yolu herkesin eşit kalmasıdır.'' görüşü. Biraz spoiler içerse de şimdi neden renkli olmaması gereken bir filmde renklendirmeye geçildiğini anlatabildiğimi umuyorum. Bu filmin tamamının ya da ''belli bir nokta''ya kadar olan kısmının siyah-beyaz olmasının filmdeki anlatımı daha da kuvvetlendirebileceği inancındayım.

Sonunda film bitiyor ve düşüncelere dalıyorsunuz. Şimdi yalnızca olmayan opening credits sahnelerini hatırlayın; henüz alevlerden nasibini almamış, canlanmayı bekleyen yakın dönem hafızanızla.

* Casting, Acting : 8
* Script : 9.5
* Directing, Aura : 8.5
* Ease of Viewing : 8
* Naked Eye : 9


                              8.6



Sliding Doors

Genre : Drama, Romance, Comedy
Director : Peter Howitt
Year : 1998

Filmde sevdiğim birçok şeye gönderme yapılmış ancak yönetmen Peter Howitt, yazdığı senaryoda cinsiyetleri adil bir şekilde işleyememiş. Eminim yapmak istediği şey hafif kıkırdamalar barındıran sempatik bir romance filmiydi ancak ortaya çıkan tıpkı Britanya havası gibi iç karartıcı bir rom-com olmuş. Kendisinden sonra, çok daha yetenekli bir cast ile verilmek isteneni eksiksiz verebilen ''Bridget Jones's Diary'' adlı film çekildi. Ve tabii Bridget Jones'un gelişi, Sliding Doors'un kötü özelliklerini daha da fazla ortaya çıkarttı.
Proje aşamasındayken umut verse de post-production'dan sonraki hali içler acısı. Peter Howitt ve kamera arkasındakilerin yaptığı hiçbir şeyi beğenmedim. Filmin tüm bu lezzetsizliğine rağmen elbette son lokmaya kadar katlandım. Farklı bir kurguyla ilerleyen filmin finali akıllıcaydı. Ve evet, sanırım hepsi bu.

Her daim şişirilmiş bir oyuncu olan Gwyneth Paltrow'dan iyi performans beklemek fazlasıyla iyimserce. 15 filmde bi' ''oynayan'' sarışınımız gene idare etmiş.

* Casting, Acting : 5
* Script : 6
* Directing, Aura : 4
* Ease of Viewing : 4.5
* Naked Eye : 5


                               4.9



Freddy vs. Jason

Genre : Horror, Thriller
Director : Ronny Yu
Year : 2003

2001 yılında vizyona giren Jason X ile beraber bu işten hala kar edildiğini fark eden prodüktörler zaten iki kötü adamın da New Line Cinema'ya ait olduğu bir dönemde bu ikiliyi karşılaştırmaya karar vermişler. Freddy Krueger-Jason Voorhees karşılaşması 20 yıllık büyük bir beklenti sonunda gerçekleşiyor.

Hali hazırda izlemiş olduğum remake'leri bir kenara bırakırsak geçen ay tekrar izlemeye koyulduğum 10 Friday the 13th filmi ve 7 A Nightmare on Elm Street filmi sonrasında bu 18. film benim için de uzun bir maratonun finali niteliğini taşıyor. Şu ana kadar Nightmare on Elm Street serisine 5.4 ortalama puan, Friday the 13th serisine ise 4.1 ortalama puan vermiş bulunmaktayım. Ortalamanın altında kalmalarının önemli nedenlerinden biri ise o dönem bu filmleri sinema salonlarında izleyen insanlardan farklı durumda olmam. O insanlar bu serilerin ne kadar daha devam edeceğini bilmiyordu ancak ben bir film biterken diğer filmin geleceğini ve az çok neye benzediğinin bilincindeyim. Bu durum her ne kadar yansıtmak istemesem de puanlamalarıma yansımış olabilir.

Freddy Krueger'ı unutmak için her önlemi alan bir topluma karşı ölümsüz Jason Voorhees kozunu kullanmak hiç de mantıksız gözükmüyor. Böyle bir yöntemi kullanmak da zihinlerde oluşan Freddy Krueger imajıyla örtüşmekte. Freddy zaten bu tip yöntemleri önceden de uygulamıştı. Filme Jason Voorhees açısından bakacak olursak, kendi franchise'ında kimsenin akıl edemediği şey ilk defa pişirilerek tabağımıza getirildi. ''Jason Voorhees tam olarak nasıl öldü?''nün cevabı. Evet, bazı filmlerde bundan bahsedildi ancak bu filmde karşımıza çıkan duruma göre ve Freddy Krueger'ın asıl ölüm sebebini de bilen biri olarak şöyle söyleyebilirim ki Freddy, kötünün de kötüsü Jason ise kötünün iyisi bir seri katil. Friday the 13th franchise'ında bu bahsettiğim 10 film boyunca, toplam 800 dakikalık upuzun metrajın 795 dakikasını adam doğramakla harcadılar. Kalan 3-5 dakikasında ise ''Jason'ı boğulmasına izin verdiler, kızlı erkekli seviştiler.'' gibi ifadeler yer almıştı. Alışıldık bir Friday the 13th filminde; film başlar, Jason herkesi öldürür ve film biterdi. Bu bir Friday the 13th filmi olmamasına rağmen bu sefer durumun bu şekilde gelişmemesi hoşuma gitti. Tahmin ediyorum ki Friday the 13th'in kemik kitlesi serinin bu eleştirdiğim özelliği bir hayli seviyor. Bunun dışında Jason Voorhees'in ekranda belirme süresini düşürmek de güzel bir çözüm olmuş.

Jason Voorhees'in hedef kitlesi gençler ve üniversite öğrencileri. Freddy Krueger'ın hedef kitlesi ise ilkokul ve lise çağındaki çocuklar. Biri son derece haklı olarak diğeri pek haklı olmasa da ikisinin de tek istediği bu 25 yaş altı insan grubundan öç almak. Buradaki en acı gerçek ise bu bahsettiğim hedef kitlelerin demografik özellikleri arasında 80'lerde doğmuş olmaları da geliyor. Üzgünüm ama artık korku çehre değiştirdi ve iki kötü adam da çağın gerisinde kaldı.

Teknik açıdan değerlendirirsek filmin yüksek bütçesine rağmen CGI'lar oldukça kötü, make-up'lar ise bir o kadar iyiydi. Ve tabii sonlardaki çizgi film stili düellolar yerine daha kısa süreli Mortal Kombatvari bir düelloyu tercih ederdim.


1-2 film hariç tüm Friday the 13th filmlerinden ve bazı A Nightmare on Elm Street filmlerinden daha iyi olan Freddy vs. Jason, serilerin fan'ları tarafından asla kaçırılmaması gereken bir ziyafet. 18 film sonunda ortaya çıkan sonuç tabii ki şu: Elm Street'te uyuma, Crystal Lake'te sevişme.


ps: Bu filmle beraber Friday the 13th franchise'ından alıştığımız çıplak kızlar kolleksiyonuna silikonlu göğüsler de eklenmiş oldu.


* Casting, Acting : 5
* Script : 5.5
* Directing, Aura : 5.5
* Ease of Viewing : 6.5

* Naked Eye : 6

                            5.7


Annie Hall

Genre : Comedy, Romance
Director : Woody Allen
Year : 1977


Annie Hall, Woody Allen'ın kariyerindeki en önemli film olarak görülmektedir. İzlediğim Woody Allen filmleri içerisinde en doğal ve içten olanı olduğunu söyleyebilirim. Diane Keaton'ın performansı komedi genre'sında pek görülmemiş cinsten olduğu için abartılmayı sonuna kadar hak etmekte. Keaton, bu filmdeki performansıyla en iyi kadın oyuncu Oscar'ını kazandı.

Abartıdan uzak bir hikayeyi seçen Woody'nin senaryosundaki her şey bağlantılı ve olması gereken yerdeydi. Hepimizin hayatlarından kesitlere yer verdiği filminin finalini de muhteşem bir şekilde gerçekleştirdi. Giriş ve sonucun, gelişmeye bu kadar uyum sağladığı nadir görülür ve Woody bir klasik haline gelmiş filminde bunu başarabilmiş.

En iyi filmi değil ama iyi filmlerinden bir tanesi. Kadın-erkek ilişkileri üzerine 1. Perde.

* Casting, Acting : 8
* Script : 8
* Directing, Aura : 7
* Ease of Viewing : 8.5
* Naked Eye : 7.5


                                                       7.8



Week End

Genre : Comedy, Drama
Director : Jean-Luc Godard
Year : 1967

Film sonrası hemen; sanat, sanat için mi yoksa halk için mi yapılmalı söylemi geliyor akla. Sanatın kişisel tatmin boyutu olduğunu ve bu kişisel tatmin boyutundan da tatmin olanların olduğunu unutmamalıyız. Ancak sanat halk için de yapılabilir. Bunda hiçbir bayağılık yoktur. Mesajı alabileceği şekilde alıcıya ulaştırmakla mesaj budur alan alsın almayan gitsin demek arasında her ne kadar uçurum olsa da iki yordam da bana yanlış gelmemektedir. Filmdeki asıl sorun, sanatı sanat için yapmak ya da filmi yeni dalga akımına uygun olmaya zorlamak değil; kimilerine göre anlamsız gelen, 15 dakikalık araba-trafik-korna sahnesi ya da erotik bir maceranın anlatıldığı karı-koca sahnesi hiç değil. Asıl sorun projeyi belli bir amaç (bu yeni dalga değil) için yaratmak ve etrafını ona göre süslemek. Ve buna politika ya da propaganda yerine sinema demek.

Çağan Irmak'ın Babam ve Oğlum filmindeki bayağılık bu filmde de mevcut. Siz hiç dünya sinemasında ekranda 20 dakika boyunca ağlayan birisini gördünüz mü? Bu kişinin sadece ağlama sesini duysanız gene bir derece ama kadrajın suratındaki kılları bile gösterdiği bir yakınlıkta durduğu bir sahnede nasıl olur da o kadar süre oyuncuları ağlatabilirsin ve buna sanat dersin.
Ulak ve Dedemin İnsanları neden iyi film de Babam ve Oğlum ve Issız Adam neden kötü film bunu anlatmaya çalışıyorum sizlere. Babam ve Oğlum'da yapılan duygu sömürüsünün 5-10 yıl önce moda olan Kadının Sesi programından ne farkı var? Onda da ekrana osu busu kaybolmuş, ölmüş birileri çıkıp ağlıyordu, bunda da sürekli ekrana birileri çıkıp ağladı. Kadının Sesi'ne ''Bu ne ya bu izlenir mi?'' diyen kişiler Babam ve Oğlum izlerken salya sümük ağladılar. Sanatsal hiçbir değeri olmayan bir film olarak gösterilen Recep İvedik'ten ne farkı vardır Babam ve Oğlum'un. Size söyliyeyim iyi film müzikleri, dramatik oyunculuk ve sinematografi. Kesinlikle senaryo ya da yönetmenlik değil. Güldürmenin ağlatmaktan çok daha zor olduğunu da unutmamak gerek.
Şimdi Recep İvedik ve Babam ve Oğlum'dan Godard'ın Week-end'ine geçiyorum. Biri sanatsal değeri olmadan ülkemizin gülebileceği şeyleri gerçekleştirdi. Diğeri IMBd board'larında bazı Çağan fan'larının ''Bu film nasıl 8-9 puan olur. Berbat bir filmdi.'' diyen ecnebilere söylediği komik ''Bu filmi yalnızca Türkler anlar!'' cümlelerini sarf ettirdi. Godard'ın da yaptığı politikayı filme dahil etmesiydi. Manifestoyu kesintisiz verip Başbakan konuşması gibi ekrana getirmesi gerçekten ürkütücüydü.

Bir diğer eleştirdiğim konu ise snuff filmlerde karşımıza çıkan insan ve hayvan ölümleri. Hakkında konuşulsun diye neden bir domuzun, bir tavuğun ya da bir tavşanın öldürülmesini ekrana getiriyorsunuz ki. Bunu çok sevdiğim Haneke de yapmıştı. Benny's Video adlı ilk dönem filmlerinden (ikinci uzun metrajı) birinde bu yöntemi atlarla denemişti. Sanırım Haneke'nin tüm filmografisinde izlemediğim tek film hala odur. İzlemeye de pek niyetim yok. İşin garip tarafı snuff film çekenlere bile daha çok saygım var. Tıpkı sanat için sanat yapanlara olduğu gibi. Çünkü snuff film çekenler bu bir snuff filmdir ''take it or leave it'' demektedir. Gayet normal giden bir film içinde bu görüntüleri vermek yalnızca insandışılık ve film hakkında konuşulması isteğidir. Sanat için sanat yapanlar da yeni şeyler denemekten ve anlaşılmamaktan kaygı duymazlar. Yaratıcılıkları ve cesur tavırları üzerimde iyi izlenimler bırakır. Ancak buradaki sorun boş tabloya bakıp ''Wow!'' diyenleri ya da ''Seviyesiz!'' diye halka yönelik şeyleri eleştirmek yerine sanat adı altında altını çiziyorum: Sanat adı altında bir sergide köpeği zincire bağlayıp açlıktan ölmesini izlettirenleri de gördük. İşte bu ''normal sinema'' içinde snuff sinema kareleri verenler de bunlar gibi. Tam olarak bunlar gibi.

Bu konuların dışında bitmek bilmeyen trafik sahnesi ve sevgilisi ölen kadının işçiyle olan diyaloğu güzeldi. Bu diyaloğun içeriğinde de yer alan Godard'ın ve o dönem bazı kişilerin derdini, böyle güzel şekilde sinemasal olarak dile getirmek varken manifesto mevzusuyla film tamamen sınıfta kalmıştır. 




İlk yarısı izlenebilir olan filmin son yarısı ise tamamen sürreal bir hal almış ve kişisel propagandadan kişisel tatmin boyutuna sıçramıştır.

Serseri Aşıklar dururken bu filmi izleyip Godard'ı başarısız biri olarak görmememek gereklidir. Evet, yenilikçidir ancak bu film harici iyi işlere de imza atmıştır.

* Casting, Acting : 5
* Script : 4
* Directing, Aura : 6
* Ease of Viewing : 3.5
* Naked Eye : 4.5


                               4.6



Friday the 13th Part 10 : Jason X

Genre : Horror, Sci-Fi, Thriller
Director : James Isaac
Year : 2001

Fazla acımasız olmaya gerek yok. Ne bu film serinin adını lekelemekte ne de seri iyi bir korku serisiydi. Jason X, Friday the 13th'e yakışır bir 10. film olmuş. Manhattan'a ve cehenneme giden Jason Voorhees bir de uzaya gitmiş çok mu?
 
Başlangıç jeneriğinde dikkatimi çeken en önemli detay Sean S. Cunningham adıyla birlikte yer alan New Line Cinema yazısı oldu. Son iki filmde kafamda oluşan soru işaretleri böylelikle son bulmuş oldu. New Line Cinema'nın en büyük başarısı olan A Nightmare on Elm Street'i Friday the 13th'de kullanması, birbirlerine entegre etme çabasıymış gerçekleşen. Şimdilerde Warner Bros. bünyesi altında olan New Line Cinema da zamanında satın aldıkları Friday the 13th de ihtişamlı günlerini çoktan geride bıraktı.

Dondurulmuş Jason'ın 2455 yılında bir uzay gemisinde tekrar hayata dönmesiyle başlayan hikaye kafalarda bazı soru işaretleri bıraksa da unutmamalıyız ki  bu seride mantık aramak aramamaktan daha aptalca. Bu sefer kendinizi bir başka klasik olan Alien'da gibi hissedeceksiniz.

İyisiyle kötüsüyle geçen 20 yıl, her daim kar ettiren 10 film ve 1001 farklı temayla karşımıza çıkan öldürülelemeyen bir kötü adam. Eminim artık Jason bile unutmuştur neden öldürmeye başladığını.

* Casting, Acting : 4.5
* Script : 4
* Directing, Aura : 5.5
* Ease of Viewing : 4.5
* Naked Eye : 4.5


                               4.6



Friday the 13th Part 9 : Jason Goes to Hell

Genre : Horror, Thriller
Director : Adam Marcus
Year : 1993

Orijinal filmin de producer'ı olan Sean S. Cunningham'ın olaya el atma zamanı gelmişti. Cunningham'a rağmen çekimsiz geçen bu 4 yıl (1989-1993) içinde değişen tek şey tanganın icadı olmuş. Tangalar, artık klasikleşmiş Friday the 13th sevişmelerine farklı bir bakış açısı, yeni bir soluk getiriyor.

Tıpkı diğer kardeşleri gibi buram buram bir slasher olan Part 9'ı diğer filmlerden ayrı incelemek gerekiyor. Jason Voorhees'in garip bir organizma olarak yer aldığı filmde gözüpek katilimiz sürekli beden değiştirme yoluyla ilerliyor. Bu temanın serinin geçmişiyle hiçbir ilgisini olmaması sıkı fan'ların huzursuzlanmasına yol açabilir. Part 9, devam filmi olarak berbattan da öte olsa da tek başına incelendiğinde sıradan bir korku filmi gibi durmakta.

Müzikler, sound editing, makyaj ve sinematografi iyi bir korku için yeterli seviyedeydi. Ancak o kadar sakız gibi uzatılmış bir meseleye döndü ki bu Jason'ın bir uçmadığı ya da bir alien'a dönüşmediği kaldı. Bir projenin devamlılığında farklı bakış açılarıyla farklı işlemeler o projeye zenginlik katar. Friday the 13th başlığında ise bu durum gittikçe garipleşen, herkesin birbirinden bağımsız ve birbiriyle öpüşmeyen fikirlerle karaladığı saçmasapan bir deftere dönüştü. İnsanların algısında ''Jason sudan çıkar ve kampta sevişenleri şişler.'' var. Böyle garip denemelere rağmen eminim o hep böyle hatırlanacak.

Part 8'de dikkatimi çeken Fredyy Krueger connection'ı konusunda yanılmamışım. Son derece gereksiz bir finalle Part 9'da bu kanıtlanıyor.

* Casting, Acting : 4.5
* Script : 2.5
* Directing, Aura : 6.5
* Ease of Viewing : 4.5
* Naked Eye : 3


                                                        4.2


Friday the 13th Part 8 : Jason Takes Manhattan

Genre : Horror
Director : Rob Hedden
Year : 1989

Jason Takes Manhattan izlediğim ilk 13. Cuma filmiydi. Neden hep Friday the 13th'e önyargıyla yaklaştığımı şimdi daha iyi anlıyorum. Kronolojik sırayı pek bozmayan ve devam filmi olmayı bir şekilde hak eden 6 filmden sonra serinin 8. filmi olası part 2 ve part 3 arasında, garip bir yerde kalmış.

Yalnızca New Yorker'lara merak uyandırmayı başarabilecek aptallık sınırlarını zorlayan ''Jason Takes Manhattan'' gibi bir title'dan daha da aptalca olan şey filmin Manhattan içermemesi. Yüzde 90'ı su üstünde geçen filmde Jason konuşmalara tepki verip muziplikler bile yapıyor. Gidişat öyle kötü ki 9 ve 10. filmlerde Jason'a bir gelin de bulunabilir. Sosyalleşme derdinde olan kötü çocuğumuz bu filmde bana evliliğe hazır bir görüntü çizdi. Bir başka değişen özelliği ise kurban seçmesi. 6 kişilik bir grubun içine girip dilediklerini öldürüp dilediklerine gidebilirsin demeye başlamış. Yapay zekası bir hayli gelişen Jason Voorhees biraz Mortal Kombat'ın Raiden'ına çalarak 425. kez elektrik akımı sayesinde hayat buluyor. Artık film başlarında nereden gölün dibine elektrik verilebilir diye kareleri araştırmaya başlayacağım.

Freddy Krueger'ın signature gülüşü ve musluktan akan kandan bile daha çok şaşırdığım şey ise Jason'ın bir Japon olduğunu öğrenmem oldu. ''Beni serbest bırak.'' ve ''Bana yardım et.'' nidalarıyla münasebetsiz anlarda ekranda beliren Hidetoshi Vooerhees'e karnımız tok.

Bu filmi 3. kez izlersem gerek yapım şirketinden gerek prodüktörden tazminat alacağım.
 

* Casting, Acting : 2
* Script : 1.5
* Directing, Aura : 2
* Ease of Viewing : 2
* Naked Eye : 1.5


                             1.8



Friday the 13th Part 7 : The New Blood

Genre : Horror, Thriller
Director : John Carl Buechler
Year : 1988

John Carl Buechler, A Nightmare on Elm Street ve Re-Animator gibi 80'lerin en önemli korku serilerinde make-up artist olarak görev almış bir isim. Yönetmenlik deneyimleri ise sürekli başarısızlıkla sonuçlanmış. Filmin 2-3 dakikası hariç tamamen gece çekimlerini tercih eden yönetmene en büyük darbeyi editing departmanı vurmuş. Uzun süredir gördüğüm en kötü montaja sahip olan film, sayısız sorun barındıran kesmelere sahip.

Jason'ı Peter Benchley'nin Jaws'ı, başroldeki kızı ise Stephen King'in Carrie'sine benzetirseniz sinema sohbetlerinde havalı gözükebilirsiniz. Filmden çıkarabileceğiniz tek artı da bu. Zorlama bir aşk, ne idüğü belirsiz bir doktor, ''Herkesi öldüren bu.'' deseler inanacağım tipte bir anne ve ölülere hayat veren telekinetik bir ergen. Kabul edilebilir ve eğlenceli absürtlükle kabul edilemeyecek sıkıcı absürtlük zıt kutuplarda kalan iki kavramdır. The New Blood baştan sona ikincisini içeriyor.

Film afişleri bile bana spoiler gibi geldiği için asla filmden önce afişine bakmam ama bu filmin ne kadar kötü olduğu afişinden bile belliymiş.

* Casting, Acting : 4.5
* Script : 2
* Directing, Aura : 2
* Ease of Viewing : 4
* Naked Eye : 3.5


                                                        3.2



Friday the 13th Part 6 : Jason Lives

Genre : Horror, Thriller
Director : Tom McLoughlin
Year : 1986

Part 6 hariç Friday the 13th franchise'ının hiçbir filminde yer almayan C. J. Graham fiziksel özellikleri ve vücut diline bakacak olursak Jason Voorhees rolü için oldukça uygun bir aday olduğu söylenebilir. Jason uzun süredir birini öldürmediği için biraz göbek yapmış diyebilirsiniz ama Jason dediğin böyle olmalı. Son iki filmde önemli roller üstlenen Tommy, önceki filmlerde pek göremediğimiz minik bir aşk hikayesinin kahramanı. Tommy rolü için yine bir başka aktör recast edilmiş. Bu durum biraz rahatsız edici. Her film başladığında sürekli ''Selam, ben Tommy Jarvis.'' demek durumunda kalıyor. Tommy'deki bir başka rahatsız edici durum ise Part 4 ve Part 5'daki adam gitmiş yerine gökten bir iyilik meleği düşmüş. Kötüleğe daha yakın ya da en azından gidip gelen bir akıl hastasıyken hiçbir zihinsel sorunu kalmayan bir kahramana dönüşmesi bence biraz ''sorunlu''.

Yüzlerce gencin tatlı aşk yaptığı franchise'a delikanlı bir romantizm getiren Tom McLoughlin, Friday the 13th'in kusma isteği uyandıran kılişelerine de kısa süreli bir son vermiş oldu. İlk 6 film içersinde en az meme (1 çift) ve en az sevişme (1 adet) gördüğümüz film.

Barındırdığı mizah ve sürekleyici temposuyla Jason Lives en iyi Friday the 13th filmi.

* Casting, Acting : 6.5
* Script : 6.5
* Directing, Aura : 5.5
* Ease of Viewing : 7.5
* Naked Eye : 6.5
 

                             6.5


Friday the 13th Part 5 : A New Beginning

Genre : Horror, Mystery, Thriller
Director : Danny Steinmann
Year : 1985

Jason'ın estirdiği terör 5. filmde farklı boyutlarda olsa da devam ediyor. Muhtemel kapanış filmi olması beklenen 4. filmde gerçekleşen olaylardan sonra son filmdeki kahramanımız Tommy bu filmde de kilit noktada yer almış. Bir rüya sahnesiyle başlayan film ilerleyen dakikalarda özüne dönüyor ve ''bir avuç insan-memeler-ani ölümler'' 3'lüsünü tekrar bizlere sunuyor.

Sonlarda yaşanan yüzleşmeler ve sürprizler olmasa en kötü Friday the 13th filmi olabilirdi. Bu çatışmalar pek mantıklı gözükmese de rutinin dışına çıkılmaya çalışılmasından dolayı bile beni memnun etti. Zaten iyi olmayan bir şeyi bu kadar ona özenerek, sadık kalarak devam ettirmek kadar aptalca bir şey olamaz.

Ufak zenci çocuğun genç Eddie Murphy tavırları, akla mantığa sığmayan twist'ler ve ''Ben bir setim!'' diye bağıran mekanı hazırlayan sanat yönetimiyle Crystal Lake'liler bir kez daha sınıfta kaldı.

* Casting, Acting : 3.5
* Script : 4.5
* Directing, Aura : 4
* Ease of Viewing : 4
* Naked Eye : 4.5


                                4.1



Friday the 13th Part 4 : The Final Chapter

Genre : Horror, Thriller
Director : Joseph Zito
Year : 1984

Serinin en Hollywood kokan filmi bu. Friday the 13th'in en büyük sorunu her filmde Producer'ından yazarlarına, yönetmeninden tüm oyuncu kadrosuna herkesin değişiyor olması. Ve ne acıdır ki kimse isteneni veremiyor. Steve Miner'ın dibe vurduğu 2 filmin ardından Joseph Zito, Miner'a göre Oscar'lık bir film çıkarmış. Oyuncu kadrosu da ilk filmlere nazaran daha dikkat çekici isimlerden oluşuyor.

Bu sefer kamp yerine evin tercih edilmesi daha korkutucu bir atmosfer yaratılmasına önayak olmuş. Jason Voorhees'i ilk defa kendinden bu kadar emin ve kızgın gördüm. Kötü filmlerin çoğunda görmeye alıştığım ''Dünyanın en güçlü, öldürme konusunda en yetenekli isminin sıra başrole gelince Chaplin'e dönüşmesi'' hadisesi The Final Chapter'da da mevcut. Final Chapter dediğime bakmayın Friday the 13th serisi günümüzde bile devam etmekte.

Yığınla olumsuzluğuna rağmen o kadar başarısız bir seri ki bu film serinin en iyilerinden bir tanesi. Durum o kadar kötü yani.
 

* Casting, Acting : 5.5
* Script : 4.5
* Directing, Aura : 6.5
* Ease of Viewing : 4.5
* Naked Eye : 5.5


                                                          5.3



Friday the 13th Part 3

Genre : Horror, Thriller
Director : Steve Miner
Year : 1982

Komik desen komik değil, korkunç desen korkunç değil. Başından sonuna kadar ilk iki filmdeki gibi gitmesi de artık bıkkınlık vermeye başladı. 1.5 saatinizi bu filme harcamayın. Başındaki 3-5 dakikayı izledikten sonra sondaki 5 dakikayı da izleyin ve kapatın. İnanın bana aradaki 75 dakikada hiçbir şey olmuyor.

2. filmin de yönetmeni olan Steve Milner bu sefer iyiden iyiye batırmış. Dünya üzerinde kafasına bir şeyler geçirilmiş katilin suratını o kadar merak ediyoruz ki bu uğurda ömür boyu Friday the 13th'i takip etmeye devam edeceğiz diyen mankafalılar var herhalde. Ve tabii unutmadan, öyle bir cast vardı ki filmde...Bu kadar kötü oyuncuyu bir araya getirmek gerçekten yetenek ister.

Jason Voorhees'u ilk defa hokey maskesiyle gördüğümüz part 3 sadece seriyi bitirmek isteyenler tarafından izlenmeli.

* Casting, Acting : 2
* Script : 2
* Directing, Aura : 3
* Ease of Viewing : 2
* Naked Eye : 2.5

                             2.3

Friday the 13th Part 2

Genre : Horror
Director : Steve Miner
Year : 1981

Friday the 13th sinema tarihinin en overrated franchise'larından bir tanesidir. Orijinali bile tartışılması gereken serinin 10 film sürmesi bana hep mantıksız gelmiştir. Bu film de tıpkı ilk filmdeki gibi ilerliyor. Filmdeki en büyük parça değişse de genel yapı bozulmamış. Friday the 13th part 2 da 100'lerce filme konu olan ''8-10 genç yaz kampına gider...'' şeklinde başlayan filmlerden bir tanesi.

Sanat yönetimi ve makyaj konusunda herhangi bir değişiklik olmamış. Hala olması gerekenin çok altında. Tahminen Jason'ın kafasının kapalı tutulması nedeni de bu olmalı. O kadar yeteneksizler ki her şeyin başında ''Şu adamın kafasını kapayalım da en azından komik gözükmesin.'' demiş olabilirler. Steve Miner'ın POV denemeleri beni yakalayamadı. Filmin süresini 80 dakika tutması ise sıkıntıdan ölmeden kurtulmanızı sağlıyor.

Jason'ın sarışın kızla annesini karıştırdığı sahne çok etkileyiciydi. 1-2 havalı ölüm sahnesini es geçersek sırf bu sahne yüzünden orijinal filmden daha iyi olduğunu bile söyleyebilirim. Suratını görmesek de monoloğa verdiği tepkiler farklı bir psikolojiye girmeme sebep oldu. Evet, sevişiyorlarken ölmüş de, herkesi seviştirelim sonra öc alsınlar falan da... Bu saçmalıkları bir kenara bırakırsak 3 saat civarında süren ilk iki filmdeki en kayda değer sahne insandan çok bir hayvanı izlediğimi hissettiğim, beni üzen bu ''karıştırma'' sahnesiydi.

* Casting, Acting : 5
* Script : 5
* Directing, Aura : 5
* Ease of Viewing : 4.5
* Naked Eye : 4.5


                                                        4.8



X - Modern Times

Genre : Comedy, Drama
Director : Charles Chaplin
Year : 1936

Charlie Chaplin ismi sinemanın komedi genre’sının doğduğu yıllardan günümüze kadar geldi. Bu önemli isim, o dönemin teknolojisi ve kültürüne rağmen 80-90 yıl sonra bile izleyiciyi güldürmeyi hala başarabiliyor. Bu filmi de yapan, yöneten ve oynayan kendisi. Ancak film boyunca “Müzikler ne kadar da güzel!” diyen ‘’güzel müzik sever’’ sinefillere enteresan gelebilecek bir detay daha var. Bahsettiğim bu güzel film müzikleri de Charlie Chaplin imzası taşıyor.

20 parmağında 20 marifet olan komik İngiliz’in son dönem sinemasının en iyi filmlerinden biri The Great Dictator ile beraber Modern Times olmalı. İkisinde de eleştirel bir anlatım hakim. Ve tabii ikisinde de o dönem dünyada yaşanan gelişmeler büyük rol oynuyor. The Great Dictator’da Adolf Hitler’i pişiren Chaplin, bu filmde de  Büyük Buhran (1929) sonrası zaten pişmiş halkı ısıtıp, masamıza servis ediyor.

Modern Times Fordizm’i anlatıyor. Modern Times 2. Sanayi Devrimi’ni anlatıyor. Modern Times sendikalaşma ve halkla ilişkilerin en önemli temellerinin atıldığı yılları anlatıyor. Ve fark edilmesi zor olsa da dolaylı yollardan sosyal sorumluluğun doğuş nedenlerini anlatıyor.

O dönem üretim anlayışının zirve yaptığı bir dönemdi. Bırakın şirket çalışanlarını; ne ürünün ne de müşterilerinin kıymeti vardı. ‘’Ne üretirsem satarım.’’ yıllarından kesitler veren film, kapalı kapılar ardında işçileri sömürmeyi başarıya giden birincil yol olarak gören patronları ön plana çıkartıyor. İşbu patronlar bu durumdan ötürü dış dünyaya şirin gözükebilmek için sosyal sorumluluğu yarattı. Daha sonra bahsettiğim sendikalaşma ve sosyal sorumluluğun iç paydaşlarda da son derece önemli olduğu kavranıp; daha saydam, daha adil bir yönetim şekli izlenmeye başlandı. Gittikçe konu dışına taşacak olsam da halkın ekmek bile bulmakta zorluk çektiği bu dönemden ülkeyi kurtaran görüş  “Madem halk alamıyor o halde devlet alsın.” idi. Bu sayede ekonomi tekrar ayağa kaldırıldı.



Şimdi bir PR öğrencisi olarak değil de bir sinemacı olarak Modern Times review’uma devam edeceğim.


Yönetmen koltuğundaki Chaplin hiç detay çekimi kullanmayan ve işlerini minumum planda bitirmeyi seven birisi. Bunun nedeni o dönemki sinema anlayışı. Dünya Sineması kameranın hiç hareket bile etmediği filmlerden yeni yeni kurtuluyordu. Yaptığı iki şey oldukça dikkatimi çekti. Ne zaman sokakta bir sahne olsa genel plan olarak alınıyor ve arkada dev bir konteyner gemisi gözüme çarpıyordu. Eminim bunu bilinçli olarak eklemiştir. ‘’İşte bu kadar çıldırmış durumda dünya! 3-5 kişiden beklenen 1 gün içinde bu dev gemileri boşaltması ve ürünleri hazır hale getirmesi. Çünkü daha sırada çok var. Daha satılacak çok mal var!’’ alt mesajını aldım. Bir diğer hoşuma giden sahne ise karın guruldama sahnesiydi. Sinemada konuşmadan anlatmak en güzel yöntemdir. Bu sahnede kullanılan köpeğin öyle güzel bir rolü var ki aslında. Ancak yerinde olsaydım her guruldamada ikiliyi birlikte alırdım. Ses hangisinden geliyorsa köpeği ona doğru havlatırdım. Kesip teker teker alması az da olsa izleyiciyi aptal yerine koymakla eşdeğer. Daha basit bir şekilde anlatacak olursam:
Bakın karnı guruldayan ‘’bu’’yu kamerasıyla değil yalnızca köpekle de anlatabilirmiş. Tabii bunu her yönetmenin de düşünebilmesi mümkün değil.

Film boyunca Chaplin dış dünyaya o kadar alışamıyor ki grev günlerinde hapiste kalmayı yeğliyor. Bu aslında robotlaşan bir beynin düşüncesi olabilir. Tıpkı başlardaki otomatiğe bağlamış vidalama hareketleri gibi. Artık mutlu olmak, düşünmek ya da yaratmak gibi kavramlar silinmiş. Yalnızca iş gücü var. İşçiler, işsizler ve kodamanlardan oluşan bir dünya. O kadar eşitsizlik ortamı oluşmuş ki Chaplin ilk hapis deneyimini arabadan düşen bayrağı eline alarak yaşıyor. Çünkü bayrağın rengi kırmızı. Ve ne yazık ki Şarlo kardeş kırmızı komik bir şekilde yaratıcılığın rengidir diyen Hürriyet’in düzenlediği Kırmızı Ödülleri’nin değil komünizmin rengini ifade ediyor. Belki de komünizmle ilgili en iyi sözü Brezilyalı Helder Camara söylemiştir. Demiştir ki  "When I give food to the poor, they call me a saint. When I ask why they are poor, they call me a communist." bu saçma dünyada fazla ses çıkarmak ve fazla ön planda olmak her daim demir parmaklıklar arkasında ya da sınır dışı edilmekle biter. Zaten Chaplin daha sonra uzun yıllar Amerika’ya girememiş ve Great Dictator ile beraber iyice komünist olarak yaftalanmıştır.

Filmin belki de zirve yaptığı sekans ise tavernada gerçekleşti. Rugby’cilere yaptığı touchdown, ördeğin ve şarkı sözlerinin kaybolması, şarkı öncesi yaptığı uyumlu dans ve tabii ne dediğini anlamasak da vücut dilini muhteşem kullandığı şarkı sahneleri hep bu sekansta yer aldı.

Chaplin, büyük çoğunluğunda çile çektiği filmin geriye kalan o minicik kısmında ise şipşak aşık olmayı başardı. Komedi filmlerinin en sevmediğim özelliğidir. Erkek başrol varken ‘’zorlama’’ bir aşk yaratıp anlamsızca mutlu bir çift yaratılmaya çalışılması. Kaldı ki bu, mutsuz çiftlerin yaşayabilecekleri senaryo çatışmalarından daha çok beslenebilecek bir genre. Yani gün olur da komedi sektörüne atılırsanız mutlu çift yerine anlaşamayan bir çifti tercih edin. O daha çok tutar, tutuyor ve tutacak. Bana pek de mantıklı gelmeyen bu ışık hızı aşıklarının sergilediği en güzel tablo mutlu aile miti oldu. Kapıyı çalan bir adam, yemek hazırlayan bir kadın, somun ekmeği de olsa ortaya konan bir yemek ve eski de olsa yemek yerken okunabilen bir gazete. Şu anda biraz seksist gelebilecek olsa da o dönemki kültüre göre mutlu aile tablosu buydu.

Filmin kapanışı ise muhteşem bir sembolizm örneğiydi. Kafamdaki 8’den gönlümdeki 9’a çıkardı puanını. İzyeyenlerin %99.9’una göre boş bir final ya da yalnızca mutlu bir son gibi gözükse de tüm filmin özeti finalinde gizliydi. Dağlara ve medeniyetten uzağa doğru giden çift aslında ne kanundan kaçıyordu ne de yalnız kalmaktı niyetleri. Kaçtıkları şey Modern Zamanlar idi. Uçsuz bucaksız yollar, sayıları onları aşan tepeler ve ölmeyelim yaşayalım diyen bir adam… Yaşayalım ancak diğer tarafta; burdan, ‘’bu’’ dünyadan çok ama çok uzakta.


* Casting, Acting : 8.5
* Script : 8
* Directing, Aura : 6.5
* Ease of Viewing : 7.5
* Naked Eye : 9

                                                       7.9


Carrie (1976)

Genre : Horror, Thriller
Director : Brian De Palma
Year : 1976

Stephen King kusura bakmasın ama bu tamamen Brian De Palma'nın Carrie'si olmuş. Bu kadar basit ve sıradan bir hikayeyi alıp göklere çıkaran Brian De Palma'ya teşekkür ediyorum. Alışılageldik bir Stephen King davranışı olarak ünlü yazar filmi yıllar sonra tekrar çektirtip kitaba ''daha sadık'' bir versiyonunu izleyicilerle buluşturdu.

Bir korku filmine göre üst düzey oyuncu performansları izlediğimiz filmde Carrie'nin annesini oynayan Piper Laurie kusursuzdu. Sissy Spacek içinse yapacak yorum bulamıyorum. Leone'nin İyi, Kötü, Çirkin'indeki 3 karakterin bir bütününü sundu. Çirkinken hepimizi üzen Carrie White, iyiyken eminim herkesin yüzünde tebessüm oluşturdu. Kötüyken ise... evet, sinema tarihine adını kazıdı.

Ses ve müzikler filmin ruhunu iyi yansıtırken gene sözü beğendiğim yönetmenlerden biri olan Brian De Palma'ya getireceğim. Yarattığınız atmosferi ayakta alkışlıyorum Sayın De Palma ve Carrie'nin en iyi filmlerinizden biri olduğunu düşünüyorum.

Carrie rakiplerine pek benzemese de korku filmi klasiklerinden biri olmayı sonuna kadar hak ediyor. Rakipleri demişken, hepsinden 5-10 yıl eski olmasına rağmen son dakikalarda hem Friday the 13th hem de The Evil Dead'i gördüm. Ayrıca Carrie, Wes Craven'ın Elm Street serisinin de fikir babası olabilir. Kesin olan bir şey var ki Carrie üçünden de daha iyiydi. Diğer filmlerin franchise'a dönüşmesinden hiç etkilenmemiş olan film için başarılı bir devam filmi çekilmesi fazla tekrara düşülmesine ve bayağılaşmasına yol açar. İleride belki güzel bir prequel'ini izleriz.

* Casting, Acting : 9
* Script : 6.5
* Directing, Aura : 9.5
* Ease of Viewing : 9
* Naked Eye : 9


                              8.6



X - Poltergeist

Genre : Horror
Director : Tobe Hooper
Year : 1982

Hem Steven Spielberg'ün hem de Tobe Hooper'ın horror genre'sına kattıklarına şapka çıkarırım. Günümüzde Spielberg, tamamen farklı genre'larda filmler çekerken, Tobe Hooper'ın esamesi bile okunmuyor. En meşhur oldukları dönemler olan 80'lerde Spielberg, baştan aşağı kendi projesi olan Poltergeist'i yönetmesi için Tobe Hooper'ı seçti. Bundan 30 yıl öncesini düşünürsek standart üstü olan özel efektleri için büyük paralar harcandı.

Gördüğüm en güzel çocuk olabilecek kadar tatlı Heather O'Rourke ve bir başka dünyalar güzeli olan köpekleri her ekrana geldiklerinde deyim yerindeyse eridim. Hatta izlerken Türkler izlese kesin bu kıza nazar değdirir diye dalga geçtim. Film bittikten sonra gördüm ki Carol Anne karakterini canlandıran 5 yaşındaki minik kız ölmüş. Poltergeist'le ilgili bir şey unutmayacaksam eminim bu Heather O'Rourke'un ölümü olacak.

Filmi, 2000'lerde tekrar pörtleyen haunted house filmlerinin en önemli temsilcisi olan Paranormal Activity ile kıyaslarsak çok zayıf kalıyor. Her şeyden önemlisi Poltergeist hiçbir şekilde korkutmuyor. Ve daha da kötüsü gerilim duygusu bile vermiyor. Ancak filmdeki belirsizlik ile bir mystery havası hakim. Korku filmleri illa büyük bütçeli ya da önemli isimlerin yer aldığı projeler olmamalı. Korku filmleri doğal olmalı. Drama, Sci-Fi, Action, War, Fantasy gibi genre'lara para akıtılabilir ama komedi ve özellikle korku filmleri kesinlikle doğal ve gerçekçi olmalı. Şirinlikten ölecek karakterlerle, kahramanlık müzikleri eşliğinde, mutlu sonlarla dolu Hollywoodvari korkuların gerçek horror genre'sında pek yeri yok. Yani ''Korkuda az çoktur''.

Filmle ilgili bir başka içime sinmeyen konu Anne-Baba karakterleriydi. Sanki çocuklarını geri alsalar ruhlarla mutlu mutlu yaşayacak gibi bir imaj çizdiler ve bu çok rahatsız ediciydi. Şakalar, eğlenceler, hakkı yenen ruhlar... Böyle yansıtılmak istemediğine eminim ama iyi gören göz, bu hatalı yansımayı fark etmiştir.

Dışarıdan eve giren ağacın bir haunted house filminde ne işi var diyeceğim ama herhalde The Evil Dead özentiliği olmalı. The Evil Dead'in 30 katı bütçeyle çekilen filmde bir de TV kanalı anlamsızlığı vardı. Ve tabii eve gelip The Exorcist'teki gibi olayları çözen bir bilge.

Özetle bazı kesimlerce öne sürülen mutlaka görmeniz gereken filmler listelerinde başlarda yer alan Poltergeist'i mutlaka görmek zorunda değilsiniz. Yalnızca sinefillerin, korku filmi delilerinin ve sinema tarihiyle ilgili kişilerin görmesinde fayda olan bir film.

* Casting, Acting : 5.5
* Script : 4.5
* Directing, Aura : 6.5
* Ease of Viewing : 6.5
* Naked Eye : 6


                           5.8