X - The Human Centipede

Genre : Horror
Director : Tom Six
Year : 2009

Pek çok tartışmaya neden olan Tom Six'in ilk kırkayağı iyi bir korku filminde olması gereken birçok özelliği bünyesinde barındırıyor. Film hakkında duyduğunuz şeyler doğru, The Human Centipede herkese yönelik bir film değil. İkinci film kadar olmasa da bu ilk film de bazı aşırı sahneler içermekte ve özellikle midesi hassas olanların bu sahneleri çok dikkatli bir şekilde ''izlemeye çalışması'' gerekiyor. Tom Six'in bu ilgi çekici filmi birçok yerden kesik yese de kendisi için yapılan eleştirileri hak etmeyen sinemanın olmazsa olmaz filmlerinden bir tanesi. Son derece haklı bir şekilde korku filmi olarak lanse edilen film kendisine tahammül edebilenler tarafından bir kara komedi olarak da nitelenebilir.

Deli bilim adamı denince akla hemen Re-Animator'lar geliyor. The Human Centipede'ın ruh sağlığı yerinde olmayan doktoru Dr. Heiter de 2000'li yılların en iyi kötü adamlarından bir tanesi. Fiziksel özelliklerini de göz önünde bulundurursak Dieter Laser bu rol için biçilmiş kaftan. Akıl almaz senaryosunda yer alan bu aşırı uç fikirlere sahip karakter filmin en dikkat çekici yanını temsil ediyor. The Human Centipede'i alt türdaşları olan diğer gore ve torture filmlerinden ayıran en önemli özellik ise yönetimsel başarısı. Bu tür filmlerin bütçeleri düşük olduğundan genelde amatör ve bağımsız yapımlarla karşılaşıyoruz. Human Centipede ise diğerlerine göre daha havalı duruyor. Titrek eller ve handycam'ler yerine son derece oturaklı çekimler ve ilk sahneden son sahneye kadar anlamsızca rahatsız etmek yerine başarılı bir olay örgüsüyle tansiyonu gittikçe yükseltmek tercih edilmiş.

Sinefil sohbetlerinin önemli parçalarından biri olmaya aday The Human Centipede'i sevin sevdirin. Çünkü kendisi fazlasıyla under-rated.
 

* Casting, Acting : 6.5
* Script : 7.5
* Directing, Aura : 7.5
* Ease of Viewing : 7
* Naked Eye : 8


                            7.3

Carrie (2013)

Genre : Horror
Director : Kimberly Peirce
Year : 2013

Tüm zamanların en iyi korku filmlerinden biri olan Carrie yıllar sonra tozlu raflardan çıkıp salonlara geri döndü. Bir prequel ya da bir sequel beklerken ruhu tavan olan bir filmin remake'i ile  karşılaşmak tüm sinema severleri üzmüş olmalı. De Palma'nın Carrie'sinde filmin en zayıf halkası filmin çıkış noktası olan Stephen King ve senaristti. Varın siz düşünün Kimberly Peirce'ın nasıl zor bir işe giriştiğini.

Gelişen bilgisayar teknolojisi nedeniyle bu filmdeki özel efektlerin orijinalinden daha iyi olduğu su götürmez bir gerçek ancak 2013 yılında çekilen bir filmin bundan çok daha iyi efektlere sahip olması gerekirdi. 40 yıl sonra sahne-sahne yapılan bir remake'in de De Palma'nın Carrie'sini yalnızca  efektler konusunda geçmesi filmin anlamsız ve yalnızca ticari kaygılarla çekildiğinin bir başka kanıtı.

Sissy Spacek ve Piper Laurie ikilisini izleyerek korku filminde nasıl oyunculuk yapılır dersine giriş yapabilirsiniz. İki unutulmaz performansı tekrar sahneleyebilmek için seçilen iki isim de kağıtta çok güçlü dursa da orijinal filmdeki Spacek-Laurie ikilisi o kadar iyiydi ki Chloe Grace Moretz ve Julianne Moore önceki filmin duo'su altında ezildi. Yönetmen Kimberly Peirce ise De Palma'nın filmindeki tüm gerilimi ve atmosferi yok etmeyi başarmış, tebrikler.

Biz tüm bu geçen yıllara rağmen bu eseri Stephen King'in ya da Kimberly Peirce'ın değil, De Palma'nın Carrie'si olarak hatırlamayı sürdürelim.

* Casting, Acting : 6
* Script : 5
* Directing, Aura : 4.5
* Ease of Viewing : 6.5
* Naked Eye : 5.5


                           5.5


The Shawshank Redemption

Genre : Drama, Crime
Director : Frank Darabont
Year : 1994

Stephen King'in korku öğeleri içermeyen ender eserlerinden biri olan The Shawshank Redemption sinema sohbetlerinde her daim tartışma konusu olmuştur. Kimileri gelmiş geçmiş en iyi film olduğunu öne sürerken kimileri gelmiş geçmiş en over-rated film olduğunu düşünür. Bu filmin herkes tarafından büyük saygı gören diğer hapishane filmleri The Green Mile ve American History X'ten artıları neler? Oyunculuk bağlamında Tim Robbins'in oynadığı Mystic River veya Morgan Freeman'ın Glory'sinden artıları neler? Anlatım ve directing bağlamında Milos Forman'ın One Flew Over the Cuckoo's Nest'inden ya da Scorsese'nin Dog Day Afternoon'undan artıları neler? Hepsinin cevabı: Yukarıda saydığım tüm filmler bana göre bu filmden daha başarılıydı ancak bu, The Shawshank Redemption'ın iyi bir film olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu film sinemayla pek de sıkı fıkı olmayan kitlenin en iyi filmi olabilir ki zaten IMDb'de de yıllardır ilk sırada. Bu film de tıpkı Fight Club ve The Godfather gibi. The Shawshank Redemption da, The Godfather da, Fight Club da beğendiğim filmler ancak bunları ilk 100'üme sokmam için sinema kültürümü sıfırlayıp çok daha az film izlemeye başlamam gerekli.

Sevdiklerinize yakın olduktan sonra dört tarafı duvarla çevrili her yer eviniz olabilir diyor filmdeki bazı mahkumlar. Bazı ortamlarda değersiz görülen kişiler farklı ortamlarda değer kazanabilir diyenler de var. Bazıları umudun içinizi çürüteceğine inanırken bazıları umudun yaşamak için şart olduğunu düşünüyor. The Shawshank Redemption 140 dakikalık pek de azımsanmayacak süresine ve düşük temposuna rağmen kendini izlettirmeyi başaran bir film. Bunu ağızda güzel bir tat bırakan mizahına, izleyiciyi gerçekten etkilemeyi başaran dramasına ve beklentileri karşılayan iyimserliğine borçlu.

Tüm zamanların en iyi filmi olmasa da izlediğinize pişman olmayacağınız, bana birçok özelliğiyle bayıldığım 70'ler sinemasını hatırlatan oldschool bir drama.

* Casting, Acting : 9
* Script : 9

* Directing, Aura : 8.5
* Ease of Viewing : 7.5
* Naked Eye : 8.5


                           8.5

A Million Ways to Die in West

Genre : Comedy, Western
Director : Seth MacFarlane
Year : 2014

Oyuncak ayı olarak söylediğin şeyleri insan olarak söyleyemezsin demişler. İşte Seth MacFarlane'in düştüğü yanılgı da bu. Kadınlarla gününü gün eden uyuşturucu bağımlısı serseri ayımız Ted'den sonra bir anti kahraman olmasına rağmen Albert'ın hikayesi Ted'in yarattığı etkiyi yaratamıyor. Tek benzer noktaları evet, bu da yetişkinler için bir komedi.

Vahşi batıda geçen A Million Ways to Die in West o yıllara ve o bölgeye pek de uyum sağlayamayan bir çobanın aşk hayatını konu ediyor. Filmin düşüşe geçtiği yerleri o kadar düşük ki filmi yarım bırakmamanız büyük bir başarı olarak sayılabilir. Filmin katakterleri olan babayla, doktorla, en yakın arkadaşla, en yakın arkadaşın hayat kadını sevgilisiyle yola çıkarken eminim MacFarlane'in büyük hayalleri vardı. Bir şeyler yakaladığını ve bunun çok komik bir filmin oluşması için yeterli olduğunu sanmıştı. Ancak diyalog, tempo ve yönetimsel olarak büyük sorunları olan film, sinemaya hiçbir şey verememesinin yanı sıra bir komedi olmasına rağmen son dönemde izlediğim en sıkıcı filmlerden bir tanesi olmayı başardı.

Cast'ın en büyük ismi Charlize Theron çok yaşlanmış. Filmde asıl adamın ablası ya da annesi gibi duruyor. Asıl adam Seth MacFarlane ise yönetmenlik dışında sinema tarihinin en birbirine uymayan duo'sunun erkek kısmını temsilen başrolü de kendi oynamış. Kamera önünde duran her şey uyumsuz ve kötüydü. Sadece her konuştuğunda ''evet, bu kötü adam'' demenizi sağlayan Liam Neeson ve Liam Neeson'ın sesi ayakta durabilmişti.

Back to the Future ve Django sahneleri olmasa gelmiş geçmiş en kötü komedi filmi olabilirmiş. Umarım Seth MacFarlane 2015'te vizyona girecek Ted 2'da da aynı hatalara düşmez.

* Casting, Acting : 3

* Script : 4
* Directing, Aura : 3.5
* Ease of Viewing : 2.5
* Naked Eye : 3.5


                          3.3

The Player

Genre : Dark Comedy
Director : Robert Altman
Year : 1992

Kendine ait bir mizah anlayışı olan Robert Altman'ın 92 yılı yapımlı The Player'ı ödül törenlerini silip süpürmüştü. İçinde birçok türü barındıran bu 2 saatlik film sinemayla yakın ilişkide olmayan kişileri sıkıntıdan patlatabilir.

Senaristlerin, yönetmenlerin ve oyuncuların cirit attığı The Player bir Hollywood stüdyosunda geçiyor. Kimin oyuncu kimin cameo olduğunu anlamak ve kimin kurgu kimin gerçek olduğunu anlamak yaklaşık yarım saatinizi alabilir. Bunu atlattıktan sonra filmin size verdiği matematiğe geçiyorsunuz. Filmdeki karakterler size başarılı bir Hollywood filminde olması gereken özellikleri tek tek açıklıyor. Ve tüm film bu doğrultuda ilerliyor. Hollywood'un yapaylığını konu eden filmde cast'taki oyuncuların da yalnızca ''idare ettiklerini'' fark edebilirsiniz. Açıkçası hiçbir duyguyu bana veremediler. Filmdeki tek duygusal değişim Tim Robbins'in makyajıydı. Ve tabii prodüksiyon ve senaryo kendi sınırlarını o kadar zorlanmış ki bu durum da beni fazlasıyla yordu. 10 dakikalık bir açılış sekansı ve sürekli aynı çemberde dönen film içinde film içinde film içinde film... The Player tüm sterotipleri kullanarak sinema sektöründen karakollara kadar çevresiyle de alay ediyor. Bununla yetinmeyip sonunda kendisiyle bile dalga geçiyor. The Player bolca hiciv kullanan bir metafilm. Ait olduğu 7 genre'yı görmezden gelin, bu açıkça bir kara komedi. İçinde sayısız gönderme bulunduran filmin tamamını anlamanız için çok sağlam bir sinefili hastası olmanız gerekmekte. Bu koşulda bile tempo ve bazı zorlamalar beni ettiği gibi sizi de rahatsız edebilir.

İlginç bir deneme, bolca kişisel tatmin, fazla cameo, fazla twist, fazla abartılmış bir film. Ve karşınızda The Player!

* Casting, Acting : 6
* Script : 6.5
* Directing, Aura : 7
* Ease of Viewing : 5
* Naked Eye : 5


                           5.9

Saw V

Genre : Horror, Mystery
Director : David Hackl
Year : 2008

Vizyondayken yarıda bırakıp çıkmak zorunda kaldığım filmi yorumlamak ancak 7 yıl sonra gerçekleşebildi. Neredeyse tüm crew'u izleme fırsatı bulduğumuz Saw 5'ın çıkarımı ''bireyselcilik yerine toplulukçuluk tercih edilmelidir'' olmalı.

Jigsaw ölmüş olsa da bir türlü Saw filmlerinden kopartılmıyor. Seriye yeni bir soluk getirmek için bayrağı devralan Hoffman'ın Jigsaw gibi ''iyi'' bir kötü adam olması mümkün değil. Jigsaw'un bir katil olmadığı cümlesini tüm Saw filmlerinde sayısız kere duyuyoruz ancak Hoffman tıpkı Amanda gibi yakaladığı insanların tercih yapmasına fırsat vermeyip tüm tercihleri onlar adına kendisi yapıyor. Serinin son filmlerinde gerçekleşen bu durum yüzünden Saw daha çok ''kim daha güzel öldü?'' ya da ''kimin oyunu en vahşi olanıydı?'' türü bir seriye dönüştü. İlk 5 film içinde en kötü senaryoya sahip olan Saw 5'da Strahm-Hoffman hikayesi filmi ayakta tutan en önemli etkendi. Diğer 5 kişinin diyalogları da, aralarındaki bağlantı da seyirci için bir türlü önem teşkil edemedi. Başrollerin dışındaki grubun ölüp ölmeyecekleri merak eden izleyici sayısı tüm dünyada bir elin parmaklarını geçmez.

Kötü bir se7en ile kötü bir Cube'un miksajıyla oluşmuş orta şekerli bir korku filmi.

* Casting, Acting : 5
* Script : 5
* Directing, Aura : 5.5
* Ease of Viewing : 6
* Naked Eye : 5


                          5.3

Lucy

Genre : Action, Sci-Fi, Thriller
Director : Luc Besson
Year : 2014

Bu son filminde Luc Besson tamamen kendi tarzının dışında bir Nolan, bir Aronofsky gibi beyin yapımızdaki sırları ve onun gerçek potansiyelini anlatmaya çalışıyor demek isterdim. Ancak bu Nolan-ofsky anlatıya pek de uygun düşmeyen Nikita ruhu 25 yıl aradan sonra bu filmde de kendini göstermiş.

Adını lekeleyen komedilerden kurtulması ve Under the Skin’den sonra Scarlett’i tekrar bir bilim kurguda görmek mutluluk verici. Keşke yalnızca drama ve bilim kurgularda yer alsa çünkü vücudu aksiyon filmleri, suratı komediler için uygun değil. Artık filmleri tek başına sürüklemesine alıştığımız yetenekli oyuncuya bir başka usta isim Morgan Freeman ve Oldboy’un başrolü Min-sik Choi eşlik ediyor.


Aksiyon filmlerinin hiçbir değer taşımadığını sayısız kez tekrar etmişimdir. Maddi değeri belki de en yüksek olan aksiyon filmleri aslında tüm genre’lar arasında en ucuz olanıdır. Filmin Sci-fi tarafı olan beynin kullanımı ve Luc Besson’un ‘’Ya böyle olsaydı…’’larını merakla takip etmeme rağmen filmin Jason Stathamvari yapısı Lucy’yi, artsy’likten sığlığa doğru kaydırmış. Bu nedenle ilgi çekici bir fikirle yola çıkılmasına rağmen film için övgü dolu sözler kullanmak pek de mümkün olmuyor. Güçlü bir cast’ı ve başarılı bir kurgusu olan bu ilginç idealı film bana sürekli reklamlarla bölünüyormuş hissi verdi. Ne gerek vardı Japonya’ya Çin’e mafyaya, ne gerek vardı bu kadar chasing sahnesine veya uyuşturucuya Bessoncuğum?
Filmin giriş kısmı itibariyle sci-fi ve crime’dan bir süper kahraman filmi bile yaratılabilirdi ama yine de son dönemde yaptığı filmlere bakılırsa Besson için iyi bir deneme.

* Casting, Acting : 6.5
* Script : 6
* Directing, Aura : 6.5
* Ease of Viewing : 7.5
* Naked Eye : 6.5

                          6.6


The Loved Ones

Genre : Thriller, Horror
Director : Sean Byrne
Year : 2009

2000’li yılların The People Under the Stairs’ı ile karşı karşıyayız. Kendisine benzer sayısız torture filmine göre pek artısı olmasa da Avustralya Sineması’nın o alışılageldik sinematografisi bu filmde de izleyiciye güzel sahneler bahşediyor. Yönetmen Sean Byrne’dan dikkat çekici bir debut.

Bir ergen filmi olarak başlayan The Loved Ones okul balosunun eve taşınmasıyla çehresini değiştirip bir korku filmine dönüşüyor. İçinde hiçbir bağlantı barındırmayan havada kalmış filmleri sık sık eleştiren biri olarak The Loved Ones’taki her şeyin bağlantılı olması durumunu şikayet edemeyeceğim. Bu aşırı ‘’bağlantılılık’’ biraz gerçek dışılığa yol açsa da tüm sevilen parçaları bir arada kullanan Sean Byrne’ın senaristliği de benden geçer not almayı başardı. Her şeye rağmen The Loved Ones, gore ve torture sub-genre’larından hoşlananlar için vurucu bir film olsa da bu genre’ları yalayıp yutan fanatikler için son derece soft bir film olarak görülebilir.

Özetle Kasey Chambers dinlemekten kafayı yemiş bir gencin süslenmiş püslenmiş hikayesi.

* Casting, Acting : 6.5
* Script : 7
* Directing, Aura : 7
* Ease of Viewing : 6
* Naked Eye : 6

                                         6.5

The World's End

Genre : Comedy, Action, Sci-Fi
Director : Edgar Wright
Year : 2013

Kimi iyi yerlere gelmiş, kimi gelememiş tekrar eski mahallede buluşan çocukluk arkadaşlarının konu edildiği filmin ilk kısmı iyiydi. Amaçları kimine göre aptalca kimine göre eğlenceli gelebilecek 12 farklı pub'ta da bira içmekti. Filmin bir sci-fi filmi olduğunu bilmeyen ben, buraya kadarki The World's End'i eğlenceli bulmuştum. Ne olduysa daha önce bu üçlünün zombilerle denerken başarılı olduğu formülü robotlar ve uzaylılarla denemeye kalkmasıyla oldu. The World's End'te Sci-Fi olan hiçbir öğeyi beğenmedim. Zaten film, setten ve salondan önce pre-production aşamasındayken kaybetmiş.

The World's End, genç yönetmen Edgar Wright'ın birçok kişi tarafından beğenilen ancak bana göre kötü bir film olan Scott Pilgrim'ine göre birkaç adım önde. Ancak konu muhteşem üçlü olarak adlandırılan Wright-Pegg-Frost ise bu filmi daha önceki iki örnekle kıyaslamalıyız. İlk yaptıkları film Shaun of the Dead'ti. Onunla sinemaya yeni, bambaşka bir tarz getirdiler. Sonra yine aynı yapıyla Hot Fuzz'ı yaptılar ki bana göre o da son derece başarılı bir filmdi. Ama bu filmi Shaun of the Dead ve Hot Fuzz'la kıyaslamak ya da sırf bu üçlünün yeni filmi diye iyi film olarak nitelemek sinemaya ve sanata sırtını dönmektir.

Filmin elbette birkaç komik sahnesi vardı. Ancak Simon Pegg'in oynadığı her filmde zaten en az bu filmdeki kadar gülüyorsunuzdur. Filmin komik olamamasından çok böyle bir kadroyla beklenildiği kadar komik olamaması bende hayal kırıklığına yol açtı. Yönünü şaşıran senaryo da hayal kırıklığımın tuzu biberi oldu.

Olmuyor Pegg, olmuyor Wright bir türlü olmuyor. Yarattığınız sansasyonel etkiyi bir türlü tekrar yaratamıyorsunuz. Üçlünün son filminden sonra da ortaya özel efektleri ve cast'ıyla parayı cebe indiren içi boş bir kandırmaca çıktı.

* Casting, Acting : 6
* Script : 5
* Directing, Aura : 6.5
* Ease of Viewing : 5
* Naked Eye : 5


                            5.5


This is England

Genre : Crime, Drama
Director : Shane Meadows
Year : 2006

Dead Man's Shoes’un yönetmeni Shane Meadows’tan bitmek tükenmek bilmeyen savaşları eleştiren, aidiyet ve milliyetçilik üzerine kurulu bir film. 

80’lerin İngiltere’sinde geçen This is England, işçi sınıfının ve bir avuç skinhead’in hayatlarını konu ediyor. Başroldeki Shaun’un gelişen olaylar karşısında değişen hayat görüşü ve Shaun’u eğitmek için yanına alan Combo’nun yaşadığı buhran bu düşük tempolu filmin alt başlıklarıydı. Düşük tempolu dediğime bakmayın gerek sinematografi, gerek diyaloglar bardağın kenarındaki tuz ve limon görevini görüyordu. Tabii bir de film içinde sıkça karşılaştığımız absürtlükler vardı ki bunlar da filmin baştan sona merak uyandırmasını sağlamaktaydı.

Birçok film eleştirmeni tarafından bir şaheser olarak görülen This is England’ın anlatmak istediklerini birçok farklı bakış açısından izleyiciye sunması bir benzeri American History X kadar olmasa da onu dikkat çekici filmler listesine dahil ediyor.

Akla yatkın olmayan birkaç detayı görmezden gelirsek sinema dili, oyuncu performansları ve müzikleriyle This is England izlemekten pişmanlık duymayacağınız bir film.

* Casting, Acting : 7
* Script : 7.5
* Directing, Aura : 7.5
* Ease of Viewing : 7
* Naked Eye : 7

                            7.2

X - The Ward

Genre : Horror, Thriller
Director : John Carpenter
Year : 2010

DVD'sindeki extra'lara bakmak ve röpörtajlar yerine filmin nasıl doğduğunu en gerçekçi haliyle benim ağzımdan dinlemelisiniz. Bu senaryoyu yazan (tahminen kardeş olan) Michael ve Shawn Rasmussen'ler aslında John Carpenter'ın ellerini bağlayıp mahsende işkence yaptılar. Arkalarından sallamak istemiyorum ama belki meşrebine göre sayısız kere büyük ustaya tecavüz ettiler. Bunun üzerine Carpenter ''Sizinle hesaplaşmamız beyaz perdede olacak. Gününüzü göreceksiniz!'' demiş olacak ki Rasmussen'lerin yazdığı bu ***** senaryoyu tüm çıplaklığıyla izleyiciyle buluşturmuş. Bu size inandırıcı gelmedi mi? Tamam, tekrar deniyorum. Halloween gibi bir filmden sonra The Thing'i de yaratan üst insan uzaylıların bile dikkatini çekmeye başardı. Gezegenlerden birinde hadi adı da Türkiye olsun İmparator Öz Hakiki Yeşil Sıvı gezegeninde hiç iyi sinemacılar yetişmediğinin farkındaydı. Her cuma bakanlarıyla yaptıkları sinema gecesinde dostlarına 4. kez Halloween'i seyrettikleri sırada ''Tez getirin şu adamı buraya! Bizim gezegenimiz de sanatla tanışsın!'' demiş ve Carpenter için yakalama emri çıkarmış. Bunun üzerine polis güçleri uzay mekiklerine binip 90'lı yıllarda Carpenter'ı kaçırma planları yapmaya başladı. Yerine koyacakları robotun tamamlanmasıyla beraber asıl Carpenter'ı mekiğin bagajına atıp ışık hızıyla uzaklaşmışlar. Yani artık elimizde olan ya işkence görmüş ve silah zoruyla böyle filmler çeken bir Carpenter ya da Carpenter'ın birebir kopyası olan bir robot. Bu ikisi dışında herhangi bir teoriyi kabul etmiyorum.

Film, 743. kez işlenen ve artık kabak tadı veren bir temele dayanmaya çalıştığı için oyunculuk kabiliyeti sınırlı olsa da güzelliğiyle oynadığı kötü filmleri bir nebze yukarı çekmeye başaran Amber Heard'ü bile yutup içine çekmiş. Zaten çevresindeki figürandan bozma oyuncular filmin nasıl bir tadı olduğunu açılış sahnesinde bile hissettirmişti. Film 30. dakikadan sonra öyle bir yola girdi ki devamı ne şekilde gelişirse gelişssin türe hiçbir yenilik katmayan, kendinden önceki filmlerden otlanan saçma bir film olacaktı ve öyle de oldu.

John Carpenter'ın en kötü filmi olan The Ward'un tüm yapabildiği ani ses ve görseller ile izleyiciyi korkutmaya çalışmak.

* Casting, Acting : 3.5
* Script : 1.5
* Directing, Aura : 3
* Ease of Viewing : 4
* Naked Eye : 3


                          3.0

Snowpiercer

Genre : Action, Thriller, Sci-Fi
Director : Bong Joon-ho
Year : 2014

Yeni bir distopik filmle karşı karşıyayız. Dünyanın donması üzerine hayatta kalan son insanların sürekli hareket eden bir tren içerisinde yaşamlarını sürdürmesi gibi güzel bir ideayla yola çıkan ekip, geçen yılın en çok ses getiren filmlerinden birine imza attı.

Senaryodaki açıklara gözlerimizi kapatıp, senaryo kurgusundaki bazı zamanlama hatalarını görmezden gelirsek yaratılmak istenen dünyayı daha çok sevebiliriz. Filmde canibalism ile ilgili anılar bile o kadar geç ortaya çıkıyor ki kendi adıma ben, çoğu zaman filmde kötü olarak lanse edilenlerin tarafını tuttum. Senaryodaki twist'ler yüzünden iyinin ve kötünün yer değiştirmesine alışık olsak da senaryo kurgusunun bu kadar hatalı olduğuna ilk defa tanık oluyorum. Bir sonucu elde etmek için olmayacak şeyleri akla yatkın olmadan ''zorlama'' yoluna değinmeyeceğim bile. Çünkü onlar da bu senaryoda bolca mevcut. Tüm bu sorunlara berbat geçen son 10 dakikayı da eklersek harika bir fikir olarak doğan Snowpiercer; Chris Evans hariç iyi kadrosuna ve başarılı yönetmeni Bong Joon-ho'ya rağmen yalnızca ''evet, izlenebilecek bir film.'' olarak kalmış.

Vizyon filmi imajı veren film adına, Chris Evans'a, fikir olarak güzel olsa da senaryolaşmış hali berbat olan script'ine rağmen Snowpiercer eğlenceli vakit geçirmenizi sağlıyor. Ancak yönetmen Bong Joon-ho'nun başarısı hariç her olumlu yorum bu filmi biraz over-rate etmek demektir.

ps: Zaten gün gibi ortada olmasına rağmen yaklaşık 287 kere trendeki yapının gerçek hayata ve trenin dünyaya benzetilmesi Snowpiercer'ın gerizekalıya anlatır gibi anlatım içeren filmlere örnek olmasını sağlamış.

* Casting, Acting : 6
* Script : 5.5
* Directing, Aura : 7.5
* Ease of Viewing : 7.5
* Naked Eye : 7

                            6.7

Av Mevsimi

Genre : Crime, Drama, Mystery
Director : Yavuz Turgul
Year : 2010

Bay Eşkıya Yavuz Turgul'un son filmi 16 yaşındaki bir kızın katledilmesiyle başlıyor. Hikaye klasik bir katil kim filmi gibi dursa da bu cinayetin araştırılması sırasında cinayet masası polislerinin özel hayatlarında yaşadıkları filmi benzerlerinden az da olsa farklı kılıyor. 

Av Mevsimi'nin güçlü bir cast'ı var. Şener Şen, Cem Yılmaz, Okan Yalabık, Çetin Tekindor ve Melisa Sözen gibi isimleri bir araya getirmek önemli bir başarı. Ancak performanslar isimlerin gücüyle doğru orantıda değildi. Şener Şen ve Okan Yalabık ''idare etti''. İkisinin de daha iyi performanslarına tanık olmuştuk. Çetin Tekindor için yorum yapmayacağım çünkü bu kadar ünlü bir oyuncunun başrol olarak lanse edilmesi ve 1 saat ekranda görülmemesiyle ilgili ne yazsam spoiler'a girer. Bu tercih için inanınılmaz hatalı bir casting diyebilirim. Bunun benzeri hatalı casting'ler korku filmlerinin başrollerinde ünlü kullanımıyla gerçekleşir. Düşük bütçeli bir korkunun başrolüne bir ünlüyü koydunuz mu zaten senaryonun nasıl akacağını da izlemeden ele vermiş olursunuz. Hem filmi hem cast'ı kurtaranlar ise kağıtta zincirin en zayıf halkaları olarak görülen Cem Yılmaz ve Melisa Sözen oldu. Onların güçlü performansları filmi izlenebilir kıldı.

Senaryoda kabul edilemeyecek hatalar vardı. Melisa Sözen'in canlandırdığı karakter Asiye'nin elektrik kesildikten sonra yaşadığı karakter değişimi ancak bir exorcism ile açıklanabilir. Ne buna meyil edildi, ne izleyenin buna hazırlanması sağlandı. Asiye'nin içine bir kötü ruh girdi ve Asiye 2 saatlik filmin 2 dakikası boyunca başka biri olmak zorunda kaldı. Aslında kızın hiçbir suçu yok. Bu kötü ruhun adı Yavuz Turgul. Asiye'nin bahsettiğim sahnesi senaryo bu şekilde devam etmeli diye film içindeki akla mantığa sığmayan 2-3 sahneden biriydi. Bir diğeri Pamuk'un annesinin öylesine muhabbet edilirken 25 saniye içinde kan vermekten bahsetmesi oldu. Ancak ve ancak bu sahne çok daha uzun tutulsaydı bu durum akla mantığa yatkın olabilirdi. Ve tabii yine Türkiye'de asla gerçekleşmeyecek Çetin Tekindor'un son sahnesi var. Lisansta 3. sınıfa giden sinema öğrencilerinin de yazdıkları senaryolar hep bu şekilde sonlanır. İşte bu 3 saçmalık yüzünden fena bir film olmayan Av Mevsimi'ni sevebilmem mümkün olmuyor. Pek derine inmeden her verileni alırsanız güzel bir film gibi gelebilir ancak üzerinde biraz düşününce kabul edilemez bir yapısı olduğunu fark ediyorsunuz. Ayrıca Ferman'ın eşi de Hasan'ın özel hayatı da çok havada bırakıldı. Filmin süresi biraz daha uzun tutulup hepsi bir şekilde bağlantılı hale getirilebilirdi.

* Casting, Acting : 7
* Script : 4.5
* Directing, Aura : 6.5
* Ease of Viewing : 7
* Naked Eye : 6.5

                                      6.3

Ghosts of Mars

Genre : Action, Horror, Sci-Fi
Director : John Carpenter
Year : 2001

Ghosts of Mars Carpenter'a hayran olan kitle için pek de kötü bir film sayılmaz. Bu filmde bi' Assault on Precinct 13, bi' Big Trouble in Little China havası sezinledim. Film, diğer Carpenter filmleri kadar başarılı olmasa da Carpenter ruhunu taşıdığı için Ghosts of Mars'ı izlemekten mutluluk duydum.

Anlamsızlıklar, amatörlükler, gore sahneler hepsi filmin içinde mevcuttu. Ghosts of Mars için pahalı bir b-movie diyebiliriz. Carpenter'ın ve göreceli ünlü cast'ının ücreti dışında filmin en büyük gideri yüzlerce metalciye yapılan metalci makyajıydı.

2167 yılında Mars'ta geçen hikayemizde herhangi bir astronot yer almıyor. Buradaki insanlar bir fırt oksijen çekip askılıyla ve şortla Mars'ta volta atıyorlar. Film çakırkeyflikten çıkıp sarhoş olmaya başladığında ise işler iyice çığrından çıkıyor. Birkaç absürtlükten sonra olabilecek en yüksek kafaya ulaşıldığını fark edeceksiniz. Ruhlar ve metalcilere karşı rapçi Ice Cube ve mars polisinin çatışması. Bu kadar saçma bir muharebe sahnesini en son RoboCop 3'te görmüştüm. Orada da Japon robotlarla bir olan punk'lar halkla savaşıyordu.

Bir şekilde Mars'a yolunuz düşerse siz siz olun saçınızı uzatıp yüzünüze pudra sürmeyi unutmayın.

* Casting, Acting : 5
* Script : 4.5
* Directing, Aura : 5
* Ease of Viewing : 5
* Naked Eye : 5


                          4.9


The Wolf of Wall Street

Genre : Drama, Crime, Comedy, Biography
Director : Martin Scorsese
Year : 2013

90'larda sıfırdan zirveye çıkan Jordan Belfort'un hayat hikayesini işleyen Scorsese iplerin yarısını Leonardo Di Caprio'nun elinde bırakmış. 3 saat süren filmde yer almadığı sahne neredeyse olmayan Leonardo'ya birbirinden yetenekli isimler eşlik ediyor. Bunlardan biri de Jonah Hill. Hep söylediğim gibi o, oynadığı her filmi zirveye taşıyabilecek yeteneklere sahip. Bu filmin düşüş kısmında dahi izlenebilmesini sağlayan başlıca faktör de onun performansı oldu.

Sayısız uyuşturucu, sayısız yalan ve sayısız sevişme sahnesi içeren filmin duygusal açıdan izleyiciye herhangi bir şey kattığını düşünmüyorum. Her ne kadar kimsenin öldürülmediği bir kara komedi gibi de dursa drama yanı oldukça zayıftı. Filmde yer alan tüm karakterlerin etik kuralların ve genel ahlakın uzağında kaldığını düşünürsek belki de sorun buydu. Bu filmde izleyici adeta filmin ve Leonardo'nun iyi gün dostu oldu. Yükselirken onunla yükseldik güldük ve eğlendik. Ama düşerken filmde drama'nın d'si, izleyicide empatinin e'si yoktu.

Yapısal olarak fazlasıyla Scarface'i anımsatan bir sıfırdan zirveye biyografisi. Ve tabii unutmadan, Freaks'e yaptığı göndermeden dolayı Scorsese'ye teşekkür ediyorum.

* Casting, Acting : 8
* Script : 7
* Directing, Aura : 7.5
* Ease of Viewing : 8
* Naked Eye : 8


                          7.7


Vi är bäst! (We are the Best!)

Genre : Drama, Music
Director : Lukas Moodysson
Year : 2013

Kendinizi iyi hissetmenize yol açan filmler listesine bir yenisi daha eklendi. İsveç'in son dönemde yetiştirdiği en önemli yönetmen Lukas Moodysson'dan şaşırtıcı derece iyi bir gençlik filmi. Şaşırtıcı derecede iyi dememin nedeni sonradan ekleneni de sayarsak 3 çocukla bundan daha iyi bir film yapılamazdı. Moodysson'ın karısının elinden çıkan hikaye 12-13 yaşındaki çocukları depresyonda, uyuşturucu batağında ve şiddete maruz kalırken ekranlara taşımak yerine tam da görmek istediğimiz şekilde yansıtıyor.

1982'de Stockholm'de geçen hikayemizin başrolünde ergenliğe yeni yeni adım atan 3 genç kız yer alıyor. Üç kafadarın hayata farklı bakabilmek diye adlandırdıkları punk tarzları diğer insanlar tarafından pek hoş karşılanmasa da bu durum onların hiç umrunda değil. Hiçbir enstrüman çalamamalarına rağmen bir müzik grubu kuruyorlar ve bu sorunu da hiç mi hiç dert etmiyorlar. Çünkü onlar punk olduklarını söyleseler de aşırı tatlılıktan ölmek üzere olan We Are the Best oyuncuları! Özellikle Klara... söylenecek tek şey, mutluluk verdin.

We are the Best; arkadaşlık, ergenlik, kötü müzik ve iyimserlikle dolu bir film. Düşüşe geçen Lukas Moodysson, bu kez belki de en iyi filmiyle karşımızda.

* Casting, Acting : 9
* Script : 8
* Directing, Aura : 8
* Ease of Viewing : 8
* Naked Eye : 8.5


                          8.3


X - Edge of Tomorrow

Genre : Sci-Fi, Action
Director : Doug Liman
Year : 2014

Her şey neden ve nasıl sorularının sorulmaması halinde bir klasik sayılabilecek Groundhog Day ile başlamıştı. Filmde senaryo akışını sağlamak için karakterin yaptığı tercihlerdeki zorlamalar insanı sinir edecek seviyelerdeydi. Ayrıca tıpkı filmde Bill Murray'nin canlandırdığı karakter gibi izleyici de tekrar tekrar izlediği sahneler sırasında düşen tempodan ve çoğu sahnenin fazlalık olmasından sıkılmış olmalıydı. En azından ben Groundhog Day'i izlerken sıkıldığımı hatırlıyorum. Zamanda yolculuk filmlerinin çoğalmasına rağmen 2000'li yıllara kadar zamanı tekrar yaşama filmleri bir elin parmaklarını geçmiyordu. Uzun süre tek başına hükümdarlığını sürdüren Groundhog Day'den sonra bu fikri bilim kurgu platformuna taşımalıyız diyen Moon'un yönetmeni Duncan Jones Source Code ile çıkageldi. Harold Ramis'ten aldığı bayrağı tematik açıdan başarıyla taşısa da beklenen filmi ortaya çıkaramadı. Çünkü Source Code'un senaryosunda problemler vardı. Taslak halindeki bir senaryo ile ancak o seviyede bir film çıkabilirdi. Biz de geçmişi tekrar tekrar yorumlamayı bırakıp gelelim günümüze, Edge of Tomorrow'a. Daha önce birçok iyi projeye imza atmış Doug Liman, Groundhog Day'deki gibi bir ikili bulup Source Code'daki teknolojiyle birleştirmiş. Bu karışıma bir de basit, akla yatkın ve bünyesinde çok daha az sorun bulunduran senaryo ekleyince şu ana kadar yapılmış en iyi bilim kurgu filmlerinden bir tanesi ortaya çıkmış. Verdiğim puandan da belli olacağı üzere Edge of Tomorrow, en azından sci-fi genre'sında benim ilk 10'umdaki yerini aldı.

2005'te War of the Worlds'le başlayan ve önceki yıl Oblivion'la devam eden Tom Cruise'un başrol olduğu kapalı gişe bilim kurgu filmleri serisi bu yıl Edge of Tomorrow'la zirvenin de zirvesini yapıyor. Dünya dursa iyi oyuncu olamayacak Chris Evans gibi şişirme isimlerin başrolleri kaptığı günümüzde Tom Cruise gibi bir ismi en çok yakıştığı aksiyon ve bilim kurgu filmlerinde görmek gerçekten mutluluk verici. Filmin Jeanne d'Arc'ı Emily Blunt ise her zaman olduğu gibi kusursuzdu. Kendisine sarı saç o kadar yakışmış ki dikkat çeken acting skills'ine bir de femme fatale bir dış görünüş eklenmiş. Tom Cruise'la beraber salya sümük ya da vücut sıvıları olmadan nasıl harika partner olunabileceğini bu filmle birlikte kanıtlamış oldular.

Filmin kurgusu o kadar iyiydi ki bir kez bile saatime bakamadım. CGI ve efektler ise kurgu kadar göz doldurmasa da bünyesinde önemli kusurlar barındırmıyordu.
Doug Liman'a tüm bileşenleri iyi olan bir proje gelmiş ve o da gerekeni yapmış.
 
Sinema hayatım boyunca Back to the Future Part II, The Deaths of Ian Stone ve The Butterfly Effect gibi filmlere belki de hak ettiklerinden fazla değer verdiğimin farkındayım. Bunlar hep zamanla ilgili ''iyi'' filmleri çok sevmemden kaynaklanıyor. Zaman kavramıyla oynayıp beklediğimi veremeyenlere de hak ettiklerinden daha fazla kızıyorum. (Hot Tub Time Machine, Bill and Ted's...) Her ne kadar ağdalı bir dil tercih etmeyen, halkı hedef almış bir gişe filmi gibi dursa da Robocop'u Groundhog Day ile başarıyla birleştiren Edge of Tomorrow son yılların en iyi filmlerinden bir tanesi.

* Casting, Acting : 8
* Script : 7.5
* Directing, Aura : 8
* Ease of Viewing : 9
* Naked Eye : 8.5


                           8.2


X - The Lego Movie

Genre : Animation, Adventure, Comedy
Director : Phil Lord, Christopher Miller
Year : 2014

Çoğu sinema izleyicisi ve eleştirmen tarafından 2014'ün en iyi filmi ve son dönemdeki en iyi animasyon olarak lanse edilen The LEGO Movie birçok açıdan abartıldığı kadar iyi değildi. Diğer markalara ve kişilere atıp tutuyor diye bu filmi ''büyük bir kapitalizm eleştirisi'' olarak yorumlayan insanlar bile mevcut. Gereksiz yorumları bir kenara bırakıp LEGO'nun geri dönüşünü sağlayan 100 dakika süren bu reklam filmini yorumlamaya geçelim.

Filmin ilk bölümlerinde hiçbir sahnede kahkaha atmadım, gülmedim, gülümsemedim ve hatta yanaklarım bile hareket etmedi. Kaşlarım çatık bir şekilde tıpkı Jump Street filmlerinde olduğu gibi bu mu mizah? dedim kendi kendime. İşin kötü tarafı içinde onlarca başarısız güldürme çabası olmasına rağmen Jump Street'ler beyni hiç yormuyordu. Ancak bu film Lord ve Miller'ın önceki filmlerinde olduğu gibi onlarca kötü espri denemesi dışında epilepsi krizlerini bile tetikleyebilecek renkleri, parlaklığı ve devinimi bünyesinde barındırıyor. Bir animasyonun beni bu kadar yorduğuna ilk defa tanık oldum. Son derece olumsuz ilerleyen filmin ikinci yarısında sahne alan DC Comics'in ve Star Wars'un yıldızları deyim yerindeyse filmi ipten aldı.

Filmin ana karakteri Emmet'ın hiçbir özel gücü, yeteneği ve yaratıcılığı yoktu. Kahramanlık vasıflarını bünyesinde bulunduran asıl kişi ona bu yolda yardımcı olan Wyldstyle'dı. Bu iki gence eğitmen ve yol gösterici rolündeki Vitruvius'u ve esprili, şımarık, bencil ve zengin olan kötü karakterimiz Lord Business'ı ekleyelim. Bu 4 karakter size herhangi bir şeyi anımsattı mı? İpucu vereyim, Matthew Vaughn'un Kick-Ass'ini mesela? Bu durumda gerek ana karakterleri, gerek bundan önce bahsettiğim gibi kalitesiz mizah anlayışıyla The LEGO Movie'nin kötü bir film olmasını engelleyen DC Comics karakterlerine bir kez daha teşekkür edelim. Kayda değer 2-3 karakter ve bazı sahneler (spaceship!) dışında filmin son sahnesi ve Little Big Planet benzerlikleri filmin hoşuma giden taraflarıydı.

Hedef kitlesinin çocuklar olduğunu ve asıl amacın o çocuklara LEGO aldırmak olduğunu varsayarsak 100 dakikalık bu reklam filmi arzuladığı  başarıya ulaşmıştır. Unutulmaya yüz tutmuş LEGO firması, satışlarından da belli olduğu üzere eski günlerine geri dönmüştür. Filmin içinde sıkça tekrarlanan Everything is Awesome adlı şarkının en çok indirilenler listelerinde 1 numaraya kadar yükselmesi ve The LEGO Movie'nin yalnızca animasyon dalında değil tüm dallarda adaylıklar ve ödüller elde etmesi gerektiğini söyleyenleri düşünürsek, bu film aslında boyundan büyük işlere kalkışmış ve korkarım ki bu yolda oldukça başarılı olmuştur.

Sonuç; Phil Lord, Chris Miller ve tüketiciler sayesinde LEGO'nun cebi doldu. LEGO ve tüketiciler sayesinde Phil Lord ve Chris Miller'ın cebi doldu. İzleyiciler tüketmekten ve bu işin bir parçası olmaktan dolayı memnun. E bu durumda siz de durmayın. İsteneni yapın ve tüketin çocuklar! Unutmayın, LEGO'larla her şeyi yapabilirsiniz. Onlarla yepyeni bir dünya yaratabilirsiniz. Zeki ya da yaratıcı olmamıza bile gerek yok. Bu filmde hoşunuza giden her şeyi yapmak için yalnızca LEGO satın almanız yeterli, teşekkürler.

* Characters : 6
* Script : 5.5
* Directing, Aura : 6.5
* Ease of Viewing : 5
* Naked Eye : 5


                             5.6


Bill & Ted's Excellent Adventure

Genre : Adventure, Comedy, Sci-Fi
Director : Stephen Herek
Year : 1989

Back to the Future'ın tutmasıyla birlikte bir başka zamanda yolculuk filmi olan Bill ve Ted'in iki filmi çekildi. Bu ilk filmde tarih dersi için dönem ödevlerini teslim etmesi gereken iki ergenin bir şekilde zaman makinesiyle karşılaşması ve tarihte yolculuk yapması anlatılıyor.
 

Filmin başrolünde yetişkin suratlı çocuk bedenli Keanu hariç sonradan kaybolup giden Alex Winter yer alıyor. Bu iki ergen yani Bill ve Ted birçok denemeye rağmen beni hiç güldürmeyi başaramadılar. Fazlasıyla rahatsız edici, itici ve ucuz buldum. Bu filmde oynayan karakterlerin yaptığı her hareket ergenlere bile ergence gelebilir. Bu iki rahatsız edici ergen dışında tarihin ünlü isimleri de filmde yer bulmuş. Hepsi yer yer kendi karakterlerini ve hepimiz tarafından bilinen özelliklerini ortaya koymuş. Bunların dışında bir de gelecek kısmı var ki o kısma da tıpkı zaman makinesinin ortaya nasıl çıktığı kısmı gibi hiç girmeyeceğim. Bir zamanda yolculuk filminin senaryosu ancak bu kadar kötü olabilirdi.

Dumb&Dumber'ın biraz daha çocuklara yönelik versiyonu gibi olan Bill & Ted's Excellent Adventure zamanda yolculuk filmlerinin ortak özelliği olan izleyicide mutluluk yaratmayı bile başaramıyor. Son dönem Kevin Smith filmlerinden bile daha kalitesiz olan bu film bittiğinde ekran karşısından sinirleniriniz bozulmuş ve biraz yıpranmış kalkıyorsunuz.

* Casting, Acting : 4

* Script : 2.5
* Directing, Aura : 5.5
* Ease of Viewing : 3.5
* Naked Eye : 2.5


                            3.6


Ett Hål I Mitt Hjärta (A Hole in My Heart)

Genre : Drama
Director : Lukas Moodysson
Year : 2004

Oysaki filmin ilk 30 saniyesi ne kadar normal başlamıştı öyle değil mi sevgili okurum? Bundan önceki 3 filmi arasında en herkese hitap eden filminin 14 yaşındaki lezbiyen çocuğun hayatını konu ettiğini düşünürsek zaten bazı şeylerin bilincinde olarak ekran karşısına oturduğumuzu varsayıyorum. Her 2 yılda bir dozajı biraz daha artıran ve artık kemikleşen bir kitleye sahip olan Moodysson, buna rağmen bu filmle beraber çoğu eleştirmen tarafından yerin dibine sokuldu. Film neredeyse hiçbir ülkede festivaller dışında vizyona giremedi. Tüm sinema sitelerinde yoğun bir şekilde hate aldı, filmi izleyenler tarafından kullanılan puanlar hep 0 ve 1 oldu. A Hole in My Heart'ın Meta skoru 32, IMDB'deki ortalaması ise 45. IMDB kitlesi bu tür filmlerden ne anlar diyebilirsiniz, evet ben de öyle demiştim. Ama bu film, sanata çok daha duyarlı olan Rotten'deki yazarlara göre bile çürük bir %40 alabildi. Hatta benimle ortak zevklere sahip sinefillerden yola çıkan Criticker bile benim muhtemelen bu filme 35 vereceğimi düşünüyor. Peki bu mide bulandıran film bu kadar eleştiriyi hak ediyor mu? Bu biraz sizin algınıza, biraz evrensel algılara bağlı. Bu konuya yazının sonunda tekrar döneceğiz.

Moodysson 4. filmi A Hole in My Heart'ta hayatta pek de mutlu olamamış 4 sorunlu kişiyi aynı çatı altında topluyor. 30 m2'lik bir evde insanlarla ilişki kurmakta güçlük çeken bir genç, gencin babası, babasının arkadaşı ve bir fahişe 90 dakikalık bir performans sergiliyorlar. Kadının yemek almak için dışarı çıkması dışında filmin tamamı bu kadroyla, bu mekanda geçiyor. 


Film boyunca geçmişlerini ve geleceklerini sorgularken anlatımın ve cut'ların garipliği nedeniyle işin içinden kolayca ''deneysel'' denip çıkılabilir ancak durum pek de böyle değil. Birçok deneysel film izledim ve deneysel filmleri (buna La Vie Nouvelle de dahil) çok sevdiğim söylenemez. Bu filme deneysel demek yerine herhangi bir yerde hiç bahsedilmemesine rağmen filmin anlatımında edebiyatta daha çok karşılaştığımız bir teknik kullanılmış, bilinç akışı. A Hole in My Heart'ta izlediğimiz ya da izleyeceğiniz birçok şey bilinç akışı yöntemiyle bizlere sunulmuş. Olmasını düşündüğün ve belki olmasını istediğin ancak gerçekte olmayan olayları hızlı bir kurguyla gerçekle birleştirip bize sunan Moodysson, böylelikle film dilini kolay olmayan ve zihinsel bir boyuta taşımış. Benim film boyunca merak ettiğim ve kendisine sormak istediğim tek soru, bu filmde hiç öylesine çektiği bir sahne ya da yazdığı bir line var mıydı yok muydu?

A Hole in My Heart'ı kesinlikle tok karnına izlememenizi önererek başta bahsettiğim algı kalıplarına ve iğrençlik konusuna geri dönmek istiyorum. Bu filmi iğrenç olarak nitelerken ve hatta belki filmi bile bitirmeden en düşük puanı verirken mutlu olmanın ve gülmenin iyi, üzülmenin ve ağlamanın kötü olarak algılandığı bir dünyada yaşadığınızın farkında mısınız? Bu duruma rağmen neden drama'lar sevilerek izleniyor? Üzülmek de iğrenmek gibi olumsuz algı yaratan bir kelime, bir his değil mi? Bu açıklamadan yola çıkarsak filmle ilgili ilk ayrılış kimilerine göre mide bulandırıcı, azınlıkta olan kesime göre ise hiçbir şekilde mide bulandırıcı değil. Mide bulandırıcı olduğunu düşünenler (ki ben de bu 2. aşamadaki ayrımda yer alıyorum) mide bulandırıcı olan bir filmin kötü bir film olduğu kanısına varmayabilir. Başarılı görmediğimiz bir film ile mide bulandırıcı bir film arasında değer olarak herhangi bir benzerlik bana göre yok. Yani bir film hem mide bulandırıcı hem de başarılı olabilir.
Spasojevic'in Srpski Film'i buna iyi bir örnek. Aynı zamanda bir film hem mide bulandırıcı hem de başarısız olabilir. Buna da bana göre dayanılması çok daha güç filmler olmasına rağmen dayanılması en güç filmler listelerinde hep üst sıralarda yer alan August Underground Mordum'u örnek verebiliriz. Özetle midenizin A Hole in My Heart'ı kabul etmesi pek kolay olmayacak ama yalnızca mideniz yeteri kadar dayanıklı değil diye bu adamın bu filmle anlatmak istediklerini görmezden gelip ya da görmeyip filmi dikkat çekmek için yapılmış bir zırva, bir sapıklık olarak görme hatasına düşmeyin. Bu kadar savunmama rağmen filmi beğendim mi? Hayır, son derece vasat bir film ve hatta belki de Moodysson'ın en kötü filmi. Ancak böyle olması bu filmin 0/5, 1/10 ya da 35/100 olması gerekliliği sonucunu çıkarmaz.

Yasaklamalar yüzünden gişelerden yeterli kazancı sağlayamaması konusunda prodüktörlerin pek dertli olduğunu düşünmüyorum. Zaten filmin tüm maliyeti yenilen pizza ve sosisli olmalı. Ayrıca İskandinavya'daki tüm iyi filmlerde imzası olduğunu fark etmeye başladığım Memfis Film, Moodysson'ın tüm filmlerinde olduğu gibi bu filmin açılışında da karşımıza çıkıyor.
 

Yaşadıkları da iğrenç, hissettikleri de demek yerine yaşadıklarından dolayı hissettikleri iğrenç olan karakterleriyle, porno filmleri ve erkeklerin kadın bedeni üzerindeki zihinsel doyumlarını eleştiren bir film.

* Casting, Acting : 6
* Script : 6.5
* Directing, Aura : 7
* Ease of Viewing : 5.5
* Naked Eye : 6.5


                           6.3


Lilja 4-ever

Genre : Drama
Director : Lukas Moodysson
Year : 2002

Lilja Forever yalnızca Moodysson'ın değil sinema tarihinin de en can sıkıcı filmlerinden bir tanesi. Cast'ta tamamen amatörlerden oluşan bir avuç gence şans verilmiş. Bunlardan başrol olanı Lilja rolündeki Oksana Akinsjina film çevrildiğinde henüz 15 yaşında olmasına rağmen yaşından çok daha büyük bir performans sergilemiş. Eski Sovyetler Birliği'nde geçen film, hayatın ne kadar acımasız olabileceğini yalnızca gözümüzün önüne sermeyip, gözümüze sokup, gözümüzü yuvalarından çıkarma yolunu tercih ediyor.

İyi şeyler hemen olur derdi ya Oğuz Atay, filmi izlerken hep bu söz geldi aklıma. Annesinin onu terk etmesiyle başlayan hikaye sürekli bir hayalin peşinden koşan ve asla umudunu yitirmeyen bir kızın hayatını anlatıyor. Film, birden fazla yaralıyıcı sahneye sahip olsa da beni en çok etkileyeni bere almak için mağazada bulunduğu sahneydi. Lilja'nın çevresindeki kadınlara bakışını özellikle vurgulayan Moodysson bana göre filmin en ağır balyozunu burada indirdi.

Herhangi bir film geçmişi olmayan Oksana Akinsjina 2001 yılında cast ajansları tarafından keşfedilmeseydi gerçekte de filmde canlandırdığı karakter gibi bir hayatı olabilirdi. Evet, bunun bilincinde olmak bile rahatsız edici.

Lukas Moodysson bu sefer hiçbir şekilde gülümsetmemeyi tercih etmiş. Lilja 4-ever'la birçok kez yüreğinize tecavüz ediyor.

* Casting, Acting : 8.5
* Script : 7.5
* Directing, Aura : 7.5
* Ease of Viewing : 8
* Naked Eye : 7.5


                            7.8


Tillsammans (Together)

Genre : Drama, Romance, Comedy
Director : Lukas Moodysson
Year : 2000

Yönetmenin diğer filmleri Fucking Åmål ve We are the Best kadar olmasa da Together da kendinizi iyi hissetmenize yol açıyor. Bir Moodysson klasiği olarak yine ergenler kadrodaki yerini almış. Diğer filmlerinden farklı olarak ergenleri aileler, eski aileler, aile olmayan çiftler, çift olmak isteyen yalnızlar ve yalnız kalmak isteyen çiftler tamamlıyor.

Komün hayatı yaşayan sol görüşlü insanlar arasında eski karı-kocalar, gay ve lezbiyenler ve hatta cinsiyet değiştirenler bile mevcut. Birçok şeyi İsveç'in rahatlığına ve 70'lere bağlıyabiliriz. Çünkü 25-40 yaş arası 10 kişinin sürekli aynı çatı altında yaşaması pek görülmüş şey değil. Ülkemizde biz bu duruma daha çok TV programlarında tanık oluyoruz.

Together Moodysson'ın en sıradışı filmi olmasa da bana göre en absürt filmi olma özelliğini taşıyor. Karakterlerini senaryo içinde sağdan sola ve yukarıdan aşağıya sallarken size sadece ''Yok artık!'' demek düşüyor. Bu kadar kalabalığa rağmen karakter gelişimleri ve senaryodaki bağlantı o kadar yerinde ki yapılan onca absürtlük size bir zaman sonra olağan gelmeye başlıyor.

Genel sinema izleyicisine göre pek uygun olmayan Moodysson'ın 2. filmi Together; hoşgörü, affetmek, değişmek, yeni deneyimler ve aile bağları üzerine kurulu.

* Casting, Acting : 6.5
* Script : 7.5
* Directing, Aura : 6.5
* Ease of Viewing : 6
* Naked Eye : 6


                            6.5

X - Fucking Åmål

Genre : Drama, Romance, Comedy
Director : Lukas Moodysson
Year : 1998

Lukas Moodysson'ın ilk uzun metrajlı filmi Fucking Åmål daha sonra Show Me Love diye anılmaya başlandı. Aynı zamanda filmin kapanış şarkısı da olan Show me Love bu film için daha yerinde bir isim olabilirmiş, evet. Ancak ben, farklı duran orijinal adını kullanmayı ve onu bu adla hatırlamayı tercih ediyorum. Title'daki Åmål İsveç'in batısında Norveç sınırında olan bir şehrin adı. Hikayemiz de bu şehirde geçiyor. Filmde Åmål'dan fazlasıyla nefret eden Elin dışında başroldeki Agnes de Åmål yerine daha büyük bir şehirde yaşasaydı belki de Elin'in söylediği gibi daha rahat edebilir ve daha mutlu olurdu. Yani filmin iki başrolünün de Åmål'ı sevdiğini söyleyemeyiz. Bu duruma rağmen title'daki kötü sözün büyük etkisiyle kafası fazlasıyla karışık Elin'e ve filmin genel yapısına uygun olan Show Me Love adı kullanılmaya başlandı.

Son derece akıcı filmler yapan Moodysson bu filmde de aslında hiç umrumda bile olmayacak bir hikayeyi bana satmayı başarabildi. Fucking Åmål kendi cinsinden birine aşık olan bir ergenin hikayesi. Normal şartlarda asla ilgimi çekmeyecek bu konuyu bazen yüzümde bir gülümseme ile bazen surat asarak ilerleyen dakikalarda ne olacağını merak ede ede izledim. Moodysson gerçekten Avrupa'nın en iyilerinden biri olabilir. Bizi o yaşlarımıza, o ortamlara ve hatta doğrudan hikayeye sokmayı bir kez daha başardı.(kronolojik olarak ilk kez)

O yaştaki insanların hissettiklerini bana göre doğru bir şekilde belgelediği ve fazlasıyla başarılı diyaloglar içerdiği için her ne kadar basit de olsa senaryo, benden geçer puan almayı başardı. Lukas Moodysson'ın diyaloglardaki başarısı günümüze kadar yaptığı filmlerin hepsinde sürüyor. Bunu kendi de yeterli gördüğü için olacak ki ilerki yıllarda kendi yazdıklarını çekmeye devam etti.
Moodysson'dan Fucking Åmål, ergenlerin dünyasına keyifli bir bakış açısı.

* Casting, Acting : 7
* Script : 7
* Directing, Aura : 7.5
* Ease of Viewing : 7.5
* Naked Eye : 7.5


                           7.3


The Babadook

Genre : Horror, Thriller, Drama
Director : Jennifer Kent
Year : 2014

The Babadook'u horror genre'sına sığdırmaya çalışmak hem filme hem türe karşı haksızlık olur. Bu film alıştığınız korku filmlerinden biraz daha farklı. Korku filmlerinin olmazsa olmaz detaylarının birçoğu yok ya da yeterli seviyede değil. Ama istediğiniz The Shining gibi dozu yükselen bir gerilime sahip sinematografisi ile dikkat çeken bir film ise The Babadook tam size göre.

Başroldeki Essie Davis filmi belirli bir seviyenin üstüne taşımayı başarmış. Fiziksel görünüşü, mimikleri ve tavırlarıyla bana Requiem for a Dream'deki Ellen Burstyn'i anımsattı. Elbette bir Ellen Burstyn olmak her baba yiğidin harcı değil ama bir korku filminde bu kadar dikkat çekici bir performans sergilediği için Essie Davis'i de kutlamak gerekiyor. Filmin başlarında ölse de kurtulsak dediğimiz oğlu Samuel de iyiydi. İzleyeni bu kadar rahatsız edebiliyorsa çocuk da görevini layıkıyla yapmış demektir. Onun bu filmdeki şansızlığı annesinin zirve yapması oldu.

Jennifer Kent yazdığı senaryoyla fikri izleyiciye bırakmış. Aslında tam olarak her şey ortada ama %1'lik de olsa bırakılan pay bazı izleyicilerin kafasında soru işaretleri bırakabilir. Hoşuma giden kısmı elbette metafor kullanımı oldu. Hoşuma gitmeyen ise bazı senaryolardaki zorlama yazarlık bu senaryoda da var. Susamışsan su içersin ama hikayenin devamını bağlamak için o karaktere su içtirilmiyorsa bu biraz akış için zorunluluk metodu oluyor ve bana rahatsızlık veriyor. Gerekirse filmin yarısından çoğu değiştirilmeli ve karakterlerin gerçekleştirdiği ''akla yatkın olmayan tercihler'' filmden kaldırılmalı. Yönetmenliğini senaristliğinden daha çok beğendim. Yarattığı atmosfer fazlasıyla iyiydi. Farklı açıları ve ışık kullanımıyla her geçen dakika bizleri daha da çok gerdi.

İlk uzun metrajıyla karşımıza çıkan Avustralyalı Jennifer Kent için iyi bir debut.

ps: Böyle bir senaryonun title'ında anagram kullanmak kimsenin aklına gelmezdi. Filmin title'ında anagram kullanmasından dolayı Jennifer Kent'i tebrik ediyor, aslında 7 olan naked eye puanını 1/2 puan yükseltiyorum.

* Casting, Acting : 7.5
* Script : 6.5
* Directing, Aura : 7.5
* Ease of Viewing : 6.5
* Naked Eye : 7.5

                              7.1

RoboCop (2014)

Genre : Sci-Fi, Action, Crime
Director : José Padilha
Year : 2014

Peter Weller'ın Robocop olduğu zamanlar Robocop güçlüydü. Robocop 3'de Weller yoktu ve Robocop kanat takıp uçmaya başladı. Bu yıl yapılan remake'te ise Robocop yerden 25 metre havaya sıçrayabilen ve mermilerden Matrix'teki Neo gibi kaçabilen hızlı ve kıvrak bir cyborg'a dönüştü. Teknolojik gelişmeler Robocop evrimini çok güçlüden çok atletiğe doğru yönlendirdi. Metal yığını robotik sesli adam bir süper insana dönüştürüldü.

Bu filmi iki şekilde inceleyebiliriz. Ve bu iki farklı inceleme yöntemi bizi birbirine tamamen zıt sonuçlara götürür. Önceki Robocop'ların en büyük eksisi olan CGI bu filmle beraber benzer rakiplerinin seviyesine yaklaşmış. Tarama hızı, nişan alma hızı, data'lara erişim ve araştırma hızı ve hatta kullandığı motorun hızı Robocop'ı çok daha teknolojik ve futuristic bir havaya büründürmüş. Eminim bu filmdeki cyborg gibi olmak isteyen çok insan vardır. Tabii iyi yönlerine rağmen filmdeki cyborg'un Robocop olmadığını iddaa edenlere de kulak vermek gerekiyor. Bir diğer görüş de bu. Filmin kötü bir imaja sahip olmasının remake olmasının dışında Robocop'ın Ironman, Spider-man ve Batman arası bir karaktere dönüştürülmesi. Fiziksel açıdan Ironman'i, jimnastikçi esnekliği ile Spider-man'i ve özellikle filmin sonundaki Murphy-Dr. Norton sahnesiyle Bruce Wayne-Alfred diyaloglarına benzerliğiyle Batman'i hatırlattı. Bu benzerliklerden dolayı filme önyargılı yaklaşmaya çalışsanız da Jose Padilha'nın Robocop'ı buna pek izin vermiyor.

İlk 25 dakikasını ve sonunu saymazsak beklediğimden çok daha iyi bir remake ortaya çıkmış, tebrikler.

* Casting, Acting : 6.5
* Script : 6
* Directing, Aura : 7
* Ease of Viewing : 6.5
* Naked Eye : 6.5


                            6.5


RoboCop 3

Genre : Sci-Fi, Action, Crime
Director : Fred Dekker
Year : 1993

Robocop 3 hiç şüphesiz serinin en çok drama içeren filmi. Bunu ilk dakikalardan itibaren hissediyorsunuz. Ama yaratmak istenilen dramatik yapı film temposunda bazı aksaklıklara yol açmış. İlk defa bir Robocop filminde üzülmek gibi bir duygusal tepki verdim ancak sıkılma oranım üzülme oranımı solda sıfır bıraktı.

Medyanın, özel kuruluşların ve capital sahiplerinin bir tarafta halkın ve polislerin diğer tarafta olduğu bir çatışma filmi izledik. Bu kurgusal bir çalışma olduğu için zenci polis şefi Warren Reed ve onu izleyen mesai arkadaşları gibi polisler gerçek hayatta pek görülmez. Bu filmde polis kimsenin boyundurluğu altına girmiyor ve senaryonun akışı gereği filmin sonlarında absürt bir meydan muharebesi sahnesi yaşanıyor. Bir tarafta özel güvenlik, Japon robotlar ve punklar diğer tarafta polis, halk ve Robocop.

Robocop 2'nin şokundan sonra serinin 3. filminde yapamayacakları işe girişmemeyi öğrenmişler demeyi çok isterdim ama onlar Robocop'ı uçurmayı tercih ettiler. 25 milyon dolar harcanan film için hiçbir derinlik olmadan iki görüntüyü üst üste getirip bir uçuş sahnesi tasarladılar. Film boyunca patlattıkları 30 araba yerine 8-10 araba daha az patlatıp bilgisayar ortamında güzel bir uçuş sahnesi hazırlasalarmış çok daha iyi olabilirmiş. Ancak yine olmadı, beceremediler.

* Casting, Acting : 5
* Script : 5
* Directing, Aura : 5.5
* Ease of Viewing : 4
* Naked Eye : 5


                            4.9


RoboCop 2

Genre : Sci-Fi, Action, Crime
Director : Irvin Kershner
Year : 1990

Daha düşük bütçeli olmasına rağmen kostüm tasarımı ve sinematografinin gücü ile ilk film ikinci filme oranla çok daha ''stylish'' gözüküyordu. İkinci filmde neredeyse Robocop kadar ön planda olan yeni ürün Robocop2'nin insan vücudu kullanmadan çalışıyor olması işleri biraz karıştırmış. Hep senaryo derslerinde söylenen şeydir ''Çekilebilme ihtimali olan makul şeyler yazmaya özen gösterin.'' burada en büyük sorun daha yüksek bütçeye rağmen özellikle Robocop2 adlı cyborg'un (yalnızca beyni insan) olduğu sahnelerde ortaya çıkıyor. Bu kadar çok stop motion kullanılması bana Wallace and Gromit ve Mary and Max gibi animasyonları hatırlattı. Ve hatta bilim kurgunun doğduğu maketlerin ve kuklaların stop motion tekniği ile ekranda hareket ettiği 50'li yıllara dönmüş gibi hissettim. Sci-fi filmlerinin dönüm noktası olarak gösterilen 1968 yapımı Kubrick'in 2001'ini ve 1990 yapımı RoboCop 2'yi yan yana koyarsak bu filmdeki çoğu sahnenin kabul edilemez olduğunu belirtebilirim.

Markaların dünyayı ele geçirdiği distopik bir dünyaya sahip Robocop'larda polislerin bu kadar sık grev yapması da pek akla yatkın değil. Kapitalizmin korkunç etkilerinin işlenildiği bu ortamda düşük maaşlar yüzünden iş yapmayan polisler yerine yeni elemanların alınacağı oldukça aşikar. Ancak ne hikmettir ki Detroit'te herkes evsiz ve işsiz olmasına rağmen Detroit polisi bir türlü grevden çıkmıyor.

Kötü film DNA'sına sahip Robocop 2'de güzel olan tek şey Robocop'un kendisi.

* Casting, Acting : 5
* Script : 4.5
* Directing, Aura : 3.5
* Ease of Viewing : 4.5
* Naked Eye : 4.5


                           4.4


RoboCop (1987)

Genre : Sci-Fi, Action, Crime
Director : Paul Verhoeven
Year : 1987

Sinemanın tatlı evlatlarından Robocop çocukluğumuzun da en meşhur filmlerinden bir tanesiydi. Yarı cyborg da olsa sevilebilitesi olan tek polis memuru Murphy'nin hunharca öldürülmesiyle başlayan, düzenin nasıl işlediğine ışık tutan ve çoğunlukla Amerikan sistemini eleştiren bir film.

Verhoeven'in yarattığı atmosferi beğendim. Kullanılan make-up'lar ve efektler dönemine göre Robocop'ı eşsiz kılmasa da bilimkurgu ruhunu ''outdated'' gözükmeden başarıyla verebilmiş. Ayrıca kesin olan bir şey var ki o da  Robocop'ın kostüm tasarımı bundan 50 yıl sonra bile retro gözükmeyecek.

Filmde bazılarını rahatsız edebilecek sahneler mevcut. Özellikle bu sahneler nedeniyle benim de Robocop'a bakış açım değişti. Bu beklenmedik gore sahneler'i filmin belirli bir kitleyi kaybederken belirli bir başka kitleyi kazanmasına yol açıyor. Bir de kötü adamımız vardı ki sinema tarihinin en iyi kötü adamları listesi yapılsa ilk 50'de yer alabilir. Kurtwood Smith'in canlandırdığı Clarence Boddicker karakteri kadar rahat adam yaralayan/öldüren pek insan tanımadım. Kendisi gerilimi artırmak için oyalanmaya ya da tüm toplum tarafından izlenecek bir film içinde usturuplu bir kötü adam olmaya hayır diyor. Boddicker ve Robocop'ın kostümü dışında dikkat çekici son detay ise sound editing departmanının başarısıydı. Filmin bluray'ini tercih etmeniz için önemli bir neden.

Serinin devamı ilk filmi mumla aratadursun ilk film her zaman basmakalıp düzen içindeki sıradışı karakter olarak hatırlanacak.

* Casting, Acting : 6
* Script : 7
* Directing, Aura : 7.5
* Ease of Viewing : 6.5
* Naked Eye : 6.5


                            6.7


X - Frank

Genre : Drama, Comedy, Music
Director : Lenny Abrahamson
Year : 2014

Her zaman olduğu gibi film hakkında hiçbir şey bilmeden ekran karşısına oturdum. Ne yazık ki yönetmen Lenny Abrahamson'un daha önce hiçbir filmini izlemedim ve adını ilk kez bu film sayesinde duydum. Burada ne yazık ki dememin nedeni Frank bir harika dostum! Kolayca ele yüze bulaşabilecek bir film olsa da Abrahamson bu projeden alnının akıyla çıkmayı başarmış.

Planet of the Apes'te Serkis'in modellemeli oyunculuğundan sonra Frank'de yüzü ve mimikleri olmadan yalnızca vücut dili, sesi ve şarkılarıyla usta işi bir oyunculuk ortaya koyan Fassbender'i tebrik ediyorum. Kendisi 12 Years a Slave'de de dikkat çekici bir performans sergilemişti. Fassbender dışında başrolden daha çok dikkat çeken isim hiç şüphesiz dişi Gyllenhaal'du. Yaratılan bu iki karakter de, ve onlar için ortaya konulan oyunculuklar da filmi sürekli merak edilir kıldı.

Ünlü bir müzisyen olma hayaliyle isminin nasıl telafuz edildiği bile bilinmeyen avangart bir gruba dahil bir klavyecinin, psikolojik sorunlar yaşayan bir sanatçının ve sinemanın en havalı kadın karakterlerinden biri olan Clara'nın hikayesi. Bu absürt hikaye fazlasıyla karanlık, içten ve şaşırtıcı derecede komik. Farklı olmak isteyen ve bunu başaran bir melodram.

* Casting, Acting : 8
* Script : 8
* Directing, Aura : 7.5
* Ease of Viewing : 9
* Naked Eye : 8.5

                                 8.2